17 Haziran 2007 Pazar

Tarfikten nerelere

Kaç kere "biz adam olmayız" dediniz ? Her hangi bir sebepten dolayı; enflasyon - devalüasyon - yolsuzluk - terör vs vs... Ya da kaç kere rakı sofralarında memleketi kurtardınız ? Adettir ya bizde rakı görünce ülkeyi kurtarmak. Eskiden kımızı için ata atlarmışız şimdi rakı içip at arıyoruz, at olmayınca mecburen sofrada lafla kurtarıyoruz her şeyi...

Şakası bir tarafa ama bugün 17 Haziran 2007 pazar ve hem babalar günü hem üniversite sınavı. Trafiğe de çıkmışınızdır muhtemelen. Nasıldı durum ? Benim diğer takıntılarımdandır bu trafik. Son zamanlarda Radyo Turka diye bir kanal buldum ve onun sayesinde sakin kalmayı başarıyorum. Ama gene de yetmiyor.

Eğitim şart diyorlar. Emniyet şeritlerine giren, kaldırımlara park eden, durulmazlarda park etmiş ya da düz çizgide sollayan, kırmızıda şöyle bir bakıp geçen, sinyalsiz dönen, sinyalsiz şerit değiştiren bütün arkadaşlar eğitimsiz yani ? Hadi canım. Arabalara şöyle bir bakın allah aşkına ve içinde oturanlara. Hiçte öyle bir tipleri yok. Hatta önemli bir kısmı da üniversite mezunudur. Hepsi bir tarafa trafik eğitimi şart diyecekler şimdi. E peki bu ülkede kaş yıldır ehliyet okullu hale getirildi. Öğretmiyorlar mı yani ? Yoksa orada da mı rüşvet var ??? Patoganya mı burası ?
Ehliyet sahibi herkes sola dönülmezi de, emniyet şeridine girilmeyeceğini biliyor da gene de tutamıyor işe kendini hem niye tutsun ki.
Yola çıkmışınız, trafik sıkışmış, karşı şeritte bir kaza var. Karşı şerit tıkanır değil mi ? E orası tıkanıyor doğal olarak ama yetmez. Bizimki de tıkalı... Neden ? Kazayı seyredenlerden... Görmek lazım ya hani! Bir de kazayı seyrederken kaza olur sizin tarafta da ve anında emniyet şeritleri dolmaya başlar. Ve en ilginci bir arabanın bu uyanıklığı (!) yapması yeter. PEşinden sürü psikolojisi gerekleri çerçevesinden yüzlercesi. Allahım yok mu bir trafik polisi şunları çekse dersiniz, kaza mahaline geldiğinizde bir de ne görseniz; polis onlara sırtını dönmüş ilgilenmiyor bile.
İstanbulda yaşayanlar en çok şehir içi arterlerden çıkış ve girişlerde kahroluyordur her halde. Mesela akşam K.yatağı girişi çöker. 2 şeritli yol bir anda 3 olur, 1 şerit gelmesi gereken yok 2 gelir ve 5 şerit 3'e düşmeye uğraşır. Yetmez, bir de yol mühendisliğinden hebersiz arkadaşların bir harikası bekler onları. Birleşenlerden sola geçmeye uğraşanlar varken hemen 50 metre ötedeki ayrıma gitmeye uğraşanlarla bir mücadele başlar. Sorarsınız içinizden "be akıl fakirleri, sola birleşme ile sağa ayrılma arasında 50 metre mi olur ?" Yeter mi ? Yetmez! 3 şerite düşme mücadelesi demiştik ya hani, o aslında 2'dir. Neden ? Park eden arkadaşlar yüzünden !!! şehrin ana girişlerinden biri en yoğun saatte park işgali altındadır. PEki bilmezmi o eminyet şeriden girenler 5 şerit daha zor 3'e düşer, bilmez mi o park edenler trafik felç olacaktır? Cahil midirler ?
Maalesef hayır! En azından bence hayır! Pekala bilirler ama basit bir mantık yürür... Ben yaparım kardeşim, sen de yap! Hele açıp camı iki laf etmeye kalkın kavga çıkar üstünüze yürürler mazallah dayak yersiniz. Polis gelirse diye güvenmeyin ayırırlar arabalarınıza geri bindirirler iki tane ydiğinizle kalırsınız. Bir de polisten fırça yersiniz. Sonra polis arabasına biner, emniyet şeridindeki arabaları "geç kardeşim sola" diye uyarıp, park etmiş arabaların yanından sessizce geçer gider. Ceza mı ? Hadi canım... Hiç görmediniz mi yoksa trafiğe çare olsun diye kurulan motosikletli kardeşlerimizi "durulmaz levhasının" önünde park eden bir araca yaslanmış cep telefonuyla konuşurken ya da motoru ile nazlı nazlı o araçların yanından geçerken.
Ya da depremden sonra bazı yollara "öncelikli yol kesinlikle park edilmez" levhaları kondu, ne oldu ??? levha parası verdik o kadar. Bir deprem tatbikatı yapıldı, o yollardan büyük kurtarma araçları geçemedi. Arabalara ceza yazılmadı ve biri bile çekilmedi, deprem tatbikatı komedi oldu ve Sn. B.Ş Bel.Bşk. ne dedi ? "Motorsiklet almamız lazım, bu yolları kullanamıyoruz !

Sorun ne eğitim ne planlama. Biz de bence planlama mükemmel. Levhalar yerinde, uygulamalar tanımlı. İstanbul Atatürk Havalimanı geliş - gidiş terminallerinde durulmaz - park edilmez levhaları, yaya geçitleri hepsi yerli yerinde bir sürü trafik polisi de var. Ama ortalık otoparkın karşısında, üstelik yaya geçidinde, 2. sırada yolcusunu bekleyen arabalarla doludur. Trafik polisi arkadaşlarımız da ya kabinlerinde otururlar ya da yorgun gözlerle düdük öttürürler. 155'i aradığınızda da "ekip var orada beyefendi" derler.

O zaman sorun ne ? Sorun uygulama. Kurallar ve cezalar belli peki ya uygulamalar ? İnsanlar utanmaz arkadaşlar korkar. Siz o kuraları uygularsanız kimse başına gelecekleri düşünüp o cesareti göstermez, göstereni de hem sistem hem de o kurallara korkudan da olsa uyan toplum müdahele eder.
Gece saat sabaha karşı 3'te kırmızı ışıkta duruyorsanız ve sola dönerken sinyal veriyorsanız artık bir toplum olmuşsunuz demektir. Toplulukla toplum arasındaki fark da budur sanırım? Bu olduğunda da Bizi niye Avrupa Topluluğuna almıyorlar diye hayıflanmayız. Onun adı topluluk kendisi toplum!
Fener nerede mi bu yazıda ? Her yerde arkadaşlar... Beşiktaş Fenerin eskilerini toplamaya devam ediyor, borç dağlarda taşlarda... GS'ye devlet kıyağıyla stat yapılıyor borç dağlarda taşlarda. Mevcut virane statlarını kırıp döküyorlar kavga çıksa alacaklarından daha az bir ceza alıyorlar... VE topluluk küçük hesaplarıyla 1 ay sonra açıklanan cezayı bile sorgulamıyor.

Sayın Mehmet Ayan, biz büyüdük diye mi kirlendi gerçekten bu dünya ? Yoksa siz ve sizin gibi DÜRÜST olduklarını iddia edenler 1 ay bekleyen ve açıklandığında da Adanan Polat'ın komik açıklamaları da ardına eklenip dağ fare doğuran cezalara sessiz kaldığınız için mi ? Demagoji yapmayın derseniz bir soru daha sorarım.: Danimarka'nın cezası kaç gün için de açıklandı, olay neydi, ceza neydi...

Sonuç : Toplum olmak, kuralların herkes için ve tüm koşullarıyla tanımlanması ve ayrım gözetilmeden uygulanması ile mümkündür. Ben bir toplum ferdiyim... ( Hız konusunda küçük sıkıntılarım olsa da) Toplulukçu herşeye karşı çıkalım

Sağlıcakla kalın

16 Haziran 2007 Cumartesi

Dead Proof ve mirasyedi Tarantino




Ne zamandır düşündüğüm şeyin artık kesin olduğunu bugün gittiğim Dead Proof filminde anladım. Sinema alemine 90'ların başında fırtına gibi giren ve yeni bir soluk açan Tarantino, yeni filminde pek de yeni bir şey sunmamış. Hatta, heybesindeki tüm eski oyuncaklarını yeniden parlata parlata önümüze atmış, ve açıkçası artık resmen baymaya başlamış.


Yani, Dead Proof, artık seyirciye sunacak yeni bir şeyi kalmayan Tarantino'nun tekneyi kazıya kazıya dibinde kalan tortulardan oluşan bayat bir yemek gibi. Sanırım bu yönetmenlik işinde ilk başarı ortaya çıkıp kendini kabul ettirmekse, sonrasındaki en önemli adım kendini değişik sulara atabilme becerisi. Tarantino, kendini yeni sulara açamadığı gibi, eski suları da artık fazla bulandırmaya başladı.




Los Angeles trash culture ile yola çıkan, ve kendi gençliğindeki B türü filmlerin "kült ögelerini" yeniden canlandırma sevdasını işleyen Tarantino, bu filmde sanki tatildeyken hazırlıksız yakalanan, ve yeni repertuarı olmayan şarkıcı gibi. Aynı eski şarkılarını evire çevire önümüze koyarak ilerlemeye çalışıyor. Film bildiğimiz tüm Tarantino ögelerini artık neredeyse gözümüze sokarak, neredeyse bıkkınlık veren raddelere ulaşıyor. Daha perde açılırken karşımıza çıkan bir çift kadın ayağı, film boyunca o kadar çok işleniyor ki, neredeyse o ayakların kokusunu bile duyar hale geliyoruz. Nedir hocam bu ayaklarla derdin? Yokmu etrafta bu adama "o ayaklar çoktan koktu artık" diyebilecek bir babayiğit?

Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction'u kalbimize işleyen Los Angeles geyik muhabbetleri bu filmde bitmek bilmeyen ve sıkıcı kadınlar arası diyaloglara dönmüş. Dün Radikal'in her zaman yorumlarını çok beğenerek okuduğum Uğur Vardan'ın saptaması da çok doğru: adam kendi gençliğinde pek de önemsenmeyen kenarda köşede kalmış konuları bugünün gençlerine sanki pek matah konularmış gibi anlatmaya çalışan masalcı edasında. Gerçi ben Pulp Fiction'da John Travolta ile Samuel Jakson'un tüm diyaloglarına bayılmıştım. Rezervuar Köpekleri'nin açılışındaki restoran geyiği de çok hoştu. Ama, herşeyi tadında bırakmak lazım. Hele hele artık kişinin ünü ve film bütçeleri bu seviyelere varmışken kalkıp da hala tekne kazıntısı misali olayı kasnatmak hiç de güzel olmamış.


Filmin aslında çok daha kompakt bir anlatımla çok da abartılmayacak bir enteresan seyirlik olması mümkünken, o uzadıkça uzayan manasız geyikleri ve insanı kadın ayaklarından nefret ettirecek kadar sık sık gözümüze sokulan fetiş sahnelerinden dolayı çok puan kaybettiği şüphesiz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben filmin havasına ancak ikinci yarının ortalarından sonra, üç kadının kendi fantazilerini giderme sevdasındayken dublör eskisi, manyak rolü oynayan Kurt Russel'ın gazabına uğramasıyla girdim. Ama, o bile benim gözümde filmi kurtaramadı. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan bellidir misali, ben Tarantino'nun daha Kill Bill'in 1. filminde son demlerini oynadığını hissetmiştim. Tutkunu olduğu filmlerin ve onların aktörlerin kendi yönetiminde olmasının keyfini doya doya yaşayan ama bunu yaparken de acaip abartan, egosunu giderme uğruna seyircinin zevkinin içine eden o ince çizgiyi geçtiğini hissetmiştim. Ama, her nasıl olduysa, kamuoyu Tarantino'nun bu şımarık denemesini de sineye çekti, herhalde artık bundan sonra yeni bir şeyler getirir diyerek. Sonuca bakılırsa, Tarantino hala eski günlerindeki hatıraları bırakmaya pek niyetli değil.


Acaba Tarantino gençliğinden bir türlü kopamadığı için dönüp dönüp o günleri yadeden filmler çekme sendromunda kıvranan bir yönetmen mi, yoksa başka konuları anlatmayı beceremediği için hala bu olaylara takılan bir yetenek kısıtı birisimi? Cevabını ben buradan bulamıyorum, ama herneyse, artık yeni bir Tarantino filmi beni hiç mi hiç cezbetmiyor. Keşke kendi özünü aşabilse ve yeni sulara yelken açarak bize yeni deneyimler yaşabilse. Her ne yapacaksa, inşallah yeni filminde bizi artık şu kokmuş ayaklardan ve geyiklerden kurtarabilse.

11 Haziran 2007 Pazartesi

Tahkime gidelim

Çok uzun yazılacak bir yazı yok. Anlı şanlı yazarların yorumlarını bekleyeceğim gene önce. Yapıldıktan 1 ay sonra açıklanan cezalar... Traji komik bir para cezası... Kim ne desin ki !

Küfürden dolayı 1 saha olayları nedeniyle 4 maç... Bu memlekette tribünde polis döveceksin, koltuk bırakmayacaksın, birbirinle kavga edeceksin, sahaya atmadık şey bırakmayacaksın ve sonra 5 maç ceza alacaksın. Tribünde kavga çıkarıp olayları organize ettiği iddiasıyla göz altına alınanlar ne oldu diye sormayın bile... O tam muamma...

Arkadaşlar Fener kavgası değil inanın takıldığım şey. Ama Anadolu'da olacak olanları düşünmek dahi istemiyorum. Bu maça daha ağır bir ceza vermek için o koltuklardan birinin adam öldürmesi mi gerekiyordu? Ölmeden önlem yok mu ? Taşlardan biri bir insana gelip yaralasaydı ne olacaktı ?
Ama şaşıracak bir şey yok ki. Bu fedorasyonun başkanı Otto Bariç'e taş geldiğinde ne demişti hatırlar mısınız ? "Magnum'mu sıktılar ?" Magnum dediği dondurma değil arkadaşlar! Adam öldürmeye yarayan silah. Bir o kaldı sayın başkan, peki o olunca ne yapacaksınız ?
Dilim varmıyor ama o olayların Saraçoğlu'nda olduğunu düşünebiliyor musunuz ? 50.000 kişi ile... O zaman ne yapacaksınız... Kişi sayısı ile mi orantılı olacak ceza. Ya da polis dövmek kaç para, kaç maç ? Manisa'da polis Fenerbahçe taraftarlarını dövünce biz bir maç almıştık!!!
Aman aman biz sesimizi çıkarmayalım. Sonra gene adımız kavgacıya çıkar.
Mehmet Ayan sana laf etmeden geçemeyeceğim gene. Fenerbahçeli yöneticilere atıp tutmak serbestte neden başka biri için laf edilmeye kalkınca kişilik hakkı söz konusu oluyor. Basın mensubusun lütfen bir incele. Bu yıl FB.li yöneticiler maçlardan sonra kaç kere aleyhte açıklama yapmış rakipleri kaç kere ve kim ne ceza almış ?
GS.nin cezası değil sorun diyorsun. Doğru, sorun cezanın GS.ye veriliyor olması. Bugün gene birini dövmekten beter etmişsin. Gel anlaşalım, bir programında da dinleyicilerine şu soruyu sor: GS tribünlerine bu maddeleri içeriden destek olmadan sokmak mümkün mü ? Hadi bir soru daha. GS tribünlerinde kaç adet kombine yönetim tarafından satın alınarak taraftara özellike ultra olan bir gruba dağıtılıyor ? Sorunun cevabını bilene hediye Fenerium'dan. Bilemezlerse sen bul... Sana da Fenerium'dan hediye var. Demokrasi kavramını da inşallah bir gün seninle ayrıca tartışırız. Bunun için ben hediye istemem.
Bir de Tümer hangi hareketinden ceza almış ben bilemedim... Bilen var mı ? Yoksa bu durum tahkime gidip ceza kaldırılsın böylece diğer ceza da gözden geçirilir belki diye bir gol pası mı ?
Son bir söz... Fenerin seyircisiz cezası saha kapamayı çevrildi 80.000 kişi önünde oynadı diyen arkadaşlar ve buna çanak tutan Sayın Ayan... O statın biletli kapasitesi gerçekten kaç kişi ?

Sağlıcakla ve akıl başta kalın

7 Haziran 2007 Perşembe

PA-RA-TOR!

İmparator yeni bir maç daha oynadı. Gazete sayfalarını karıştırdığınızda ve yorumcuları dinlediğinizde neyle karşılaştınız? TD'yi kurtarmış olmanın sevinç çığlıkları vardı adeta... Evet evet, takım harika oynamış, bir top direkten dönmüş ve zaman zaman Brezilya'ya sahayı dar etmiştik. Öyle ki rezil olmaktan korkan Dunga Ronaldhino ve Kaka'yı oyun almak zorunda kalmıştı. Helal olsundu TD'nin talebelerine ama aynı zamanda yazıklar da olsundu. Olsundu çünkü aynı takım Bosna'yı ciddiye almadığı için yenilmişti... Allah allah... Allah allah... Biz mi körüz yoksa alem mi kör ?

Soru 1 : Bu takım sizce aynı takım mıydı ? Mesela
Rüştü
H.Ş.Şükür
Servet

neredeydiler? Yıldıray neredeydi ?Bu aynı takım değildi... Kim yazdı ya da söyledi doğru düzgün... Takım aynı takım değilken, takım sahaya kendi kendine çıkmıyor birisi ilk 11'i oluşturuyorken suçlu niye TD değil de futbolcular oluyor...

Soru 2 : TD çok büyük bir motivasyon ustası (mıydı )?
Eğer öyle ise niye ilk maçta bu ustalığını yansıtamamıştı. En büyük özelliği bu olan, sporcularının ruhunu okşayan TD ruh okşamayı mı unutmuştu ? Topçular mı ruhsuzdu ? Bu ruhsuzları kim çağırıp sahaya kim sürmüştü ?

Geçin bir kalemde arkadaşlar... Bunu sadece TD.yi kötülemek için yazmıyorum. Medyayı bir kere daha projektör altına almak istiyorum sadece. Hani Kezman şunu demiş, Alex bavul topluyor diyen, her futbolcuda Kezman'ın ücretini bağıran medyayı tanımlamak istiyorum o kadar.

Bu arada GS maçımızın üzerinden neler geçti hala ceza açıklanmadı. Yeterli çoğunluk oluşmamış. Hani o maç kara gece ve kabustu. O kadar kabustu ki lig radyoda Mehmet Ayan 2 gün sansür uygulamış ve sadece çözüm önerilerini konuşalım demişti. Hadi Mehmet Ayan! Sana davet. 2 gün bu durumu tartış... Çünkü benim çözüm önerim bu tür bir durumda cezanın en ağır ve en hızlı şekilde verilmesi. Sallanarak zamana bırakılmasını şiddetle ve esefle kınıyorum.

Kalın sağlıcakla

4 Haziran 2007 Pazartesi

İM-PA-RA-TOR (!)

Durdum bekledim biraz, gazete sayfalarını karıştırdım. Baktım benim görüşlerimi ifade eden ve hatta yazmaya, söylemeye cesaret eden çıkmamış iş başa düştü gene dedim :)

Bir imparator sevdasıdır gidiyor ortalıkta. Sevdamı yoksa korku mu bilemedim daha doğrusu! Son maç için değil söyleyeceklerim, bilen arkadaşlar bilir öbür maçlar ve davranışları için yorumlarımı. İmparator diye anılan bir TD için söyleyeceklerim ve söylediklerim.

Son Bosna maçı ile balon patlamadı aslında. Son iki maçta rakip kalecilerin dehşetengiz ikramlarının bir benzerini yaptık biz bu maçta. Rüştü Avrupa maçlarında alışageldiği üzere yaptı yapacağını ve Servet bir klasiğini sergiledi ama sorarım size sorun Rüştü ve Servet'temiydi yoksa onlar zaten her zamanki gibi miydi ?

Daha detay bir soru sorsam; son 3 maçtaki oyun planımız ve stratejimiz neydi ? Hakan'ı yeniden kral yapma çabasımıydı bu yoksa ? Millli takım oyuncu kazanma yeri miydi acaba ??? O zaman neden Kemal'i kazanmaya uğraşmadı hazret ya da Selçuk'u ? E sakatlıktanyeni çıkan Arda kadrodaysa Selçuk da olmalıydı. Yoksa forma rengi mi yanlıştı ? Ortadan oyun kuramadığımız aşikarken neden Yıldıray kenardaydı ? Sorular binler olur ve kaybedilmiş bir maçtan sonra herkes konuşur değil mi ?

İşin ilginci kimse konuşmuyor doğru düzgün. Konuşan yine o garip mimikleri ile imparator... Sizce de yetmez mi artık? Daum - Zico ve hatta Tigana için söylenenlere bile üzülmüyormusunuz? Onun yaptıklarının 10'da birini yapsalardı ne olurdu acaba?

Tamamen kendi düşüncem ama 8 puan öndeki BJK hep konuşulur da 8 puan öndeyken Fener; hazretin nasıl şampiyon olduğu hiç konuşulmaz. Ya da o herkese dokunan ve kendisine dokunulmayan takımın nasıl yaratıldığı, bu dokunulmazlığın nasıl kazanıldığı sorgulanmaz. Hepsi bir tarafa İsviçre maçı nasıl unutulur?

Sayın imparator bir gün Milan'dan nasıl ve niye gönderildiğini de açıklar mı acaba ? Amannnn boşverin, kral çıplak diyemeyecek kimse nasıl olsa. Kime ne... Ben gördüm... Çırılçıplaktı vallahi...

Mehmet Ayan; tutmayacağım kendimi gene bir çift laf da sana... Emre'nin avukatı mısın sen ? Emre'nin katıldığı bir cenaze törenini söylemeye kalkan bir dinleyiciyi bir dövmediğin kaldı. Beğenmedin sanırım FB yöneticilerinin çıkar ilişkilerini (!) söylemediler diye. Ben seviniyorum gün geçtikce gerçek yüzün ortaya çıkıyor diye. Aynen devam et :)

Bu arada GS kaç maç ceza aldı... UNUTMA - UNUTTURMA...

3 Haziran 2007 Pazar

And the Oscar goes to.....The Maestro

bu yazıyı aylar önce Radikal gazetesinin cumartesi eki için yazmıştım. Sihirli notaların ölümsüz bestecisi, film müziği aleminin kralı, nam-ı diğer, Ennio Morricone'nin sonunda Oscar ödülüne layık bulunduğu haberini alır almaz yazmıştım. Aslında yazıyı Radikal'in yazı limitleri nedeniyle istediğim şekilde yazamamıştım. Şimdi aynı yazıyı, bazı ilavelerimle beraber buraya yazmak istedim.


Oscar Akademisi geçen gün yaptığı açıklamada Ennio Morricone’ye film müziğine yaptığı çok yönlü katkılarından ötürü bu seneki seremonide Onur Ödülünü vermeyi kararlaştırdı. Daha önce 5 kere bu ödüle aday olan, ve ama ödülü hiç alamayan, 45 senelik bestecilik hayatı boyunca 300’den fazla film müziğine imzasını koyan Ennio Morricone’yi tanımayanınız vardır diye biraz bilgi vereyim.






Aslında bu satırlarda değil de, karşı karşıya olsak şurada iki dakika ıslık çalabilsem herhalde hemen anlardınız kim olduğunu. Ve sanırım, eğer onun adını hala duymayanlardansanız, şaşırırdınız onun notalarını aslında ne kadar iyi bilip adını bilmediğinize. Çünkü, bugün hayatımızdaki en önemli anların ve duyguların pek çoğunu onun notaları temsil eder. Üç yaşındaki çocuktan yetmişine uzanan bir hayran kitlesi vardır, ama pek çoğu bilmez onun adını. Yaşayan az sayıdaki dahilerdendir, ama fazla reklamı filan da yoktur ortalıkta, çünkü modern dünyanın stüdyo alemiyle öyle içiçe değildir. Zamanında onlarla da çalışmıştır, diğer yüzlerce yapımcıyla olduğu gibi, ama işini yapıp köşesine çekilmiştir. Kendisi ne kadar arka planda olsa da, notaları hep öne taşar, film karelerinden yükselip, ruhun derinliklerine süzülüverir. Kimi zaman usul usul, kimi zaman romantik ezgilerle, kimi zaman da operatik dolgunlukla. Ama, asla arkada dolgu misali kalmaz onun notaları. Hani “hayattan daha büyük” derler ya, işte öyledir onun besteleri.

Sinema aleminin en baba isimlerinin karizmalarını tamamlayan bir müzik sihirbazıdır Morricone. Clint Eastwood’dan Lee Van Cleef’e, Alain Delon’dan, Jean Paul Belmondo’ya, Henry Fonda’dan Robert DeNiro’ya aklınıza gelecek bir çok ünlünün görsel façasını o tamamlamıştır. Aslında yola babası gibi bir caz müzisyeni olarak çıkar, ama sonraları klasik yöne kayar. Hayat şartları onu 50’lerin sonunda aranjmanlığa kaydırır. O zamanların belki de tek ve en büyük aranjörü olur. Derken, sinema aleminin sihirli yönetmeni, ve taa ilkokuldan sınıf arkadaşı Sergio Leone ile 1964’te tesadüfen yapımcının ofisinde karşılaşır. Leone o zamanlar meteliksiz, ve hiç bir ünü olmayan, 2. sınıf bir yönetmen adayıdır. Zar zor elde ettiği bir film projesi için okul arkadaşını kullanır. “Bir Avuç Dolar” için müzik ister. İkisi de bilmezler ki, o minicik bütçeli film sinema aleminde koskoca bir dönemin kapısını açar. Clint Eastwood o kapıdan içeri dalar. Hemen bir sene sonra “Bir Kaç Dolar Daha İçin” de yine beraber çalışırlar. United Artist’in başkanı tesadüfen Roma’dayken, filmin senaristi onu bir sinemaya götürür, ve seyircilerin adeta futbol maçı çoşkusuyla seyrettiği film ve müziğinden etkilenerek filmin gösterim hakkını alır. Anlaşmayı yaparken bir tane daha film ısmarlar. O film sinema aleminin en kült yapımlarından “İyi Kötü ve Çirkin” olur. Filmin kendisi kadar müziği sadece sinema alemine değil, yaşamın kendisine yıldırım etkisi yapar. Daha perde açılır açılmaz girer Morricone’nin azgın notaları salona, ve hemen her an doymak bilmeyen açlıkla büyüler seyredeni. Leone’nin tüm ekranı kaplayan yakın çekimleri hafızalara onun notalarıyla kazınır. Amerikalılar maden bulmanın çılgınlığı ile Leone ve Morricone’ye abone olurlar. Sonraları Morricone sinemanın peşinden en çok koşulan ismi haline gelir. Spagetti Western furyasının bitmek bilmeyen yüzlerce filminin bir çoğuna imzasını atar. Avrupa’lı yapımcılar da onu tepe tepe kullanırlar.

Yıllar içinde toplamda 300’ü aşan filme imzasını atar. 5 kere Oscar’a aday gösterilir, ama ödülü vermezler bu sessiz İtalyan’a. Hatta, olaylı “Bir Zamanlar Amerika” filminin postprodüksüyon aşamasında işler o derece arap saçına döner ki, yapımcı bu defa müziği Oscar’a aday başvurusu yapmaya unutur, ve bir fırsat daha heba olup gider. Fırsatlar heba olur, ama Morricone olmaz. Kimi zaman Amazon ormanlarından akıp giden bir şelalenin suları gibi akar, kimi zaman küçük Lolita’nın bahçede çimenler üzerinde kitap okurken sere serpe uzanmış vücudu üzerinde dolanır, kimi zaman silahlara uzanan ellerin gerilimi olur. Kimi zaman yanlız kalplerin sesi, kimi zaman da çocuksu hayatın çoşkusu olur. Herkesin hayatında en az bir kere onun müziğiyle bezenmiş anısı vardır. Hatta, 2005 yılında Galatasaray ile hayati maça çıkan Fenerbahçe’li futbolcuların şampiyonluk şarkısı olur. Onun notaları ile kupayı kaldırır sarı lacivertliler.
Tüm bu ihtişamlı eserlerin ardında son derece mütevazi, sessiz denecek kadar arka planda kalan bir dahi yatar. Bence, Beethoven ve Chopin sınıfında bir efsanedir. Geçenlerde elime geçen bir CD'de, dünyanın tanınmış müzisyenleri çeşitli Morricone bestelerini kendilerine göre yorumlamışlardı. CD'nin adı da güzeldi: "We All Love Morricone". Evet, onu herkes çok seviyor. CD'deki en güzel şarkı bence Metallica'nın yorumladığı "The Ectacy of Gold" şakısıydı. "İyi Kötü ve Çirkin" filminin unutulmaz mezarlık sahnesinde, Eli Wallach'ın çılgın gibi koşarak para gömülü mezarı aradığı o unutulmaz sahnenin unutulmaz müziğini, rock efsanesi Metallica, muhteşem bir yorumla çalar. İşte böyledir Morricone'nin notaları. Kimi zaman bir çocuğun çığlığı, kimi zaman da bir rock gitarı eşliğinde, hiç de ters durmadan kulağımızı okşar. Herhalde, ondan başkasının müziği bu kadar şık durmaz her ortamda.
En basit bir kapı gıcırtısını, bir adamın haykırışını bile unutulmaz müziklere çeviren bu notaların efendisini ortada bir sürü eseri varken ödüllendirmeyenler şimdi ona onur ödülü verme adına çabalamaktadır. Haberi duyduğunda ne hissetti bilemem, ama ben duyduğumda “hele şükür” dedim. Hele şükür ki, sözüm ona sinemaya emek verenlerin merkezi sayılan bu merci, sonunda Morricone gibi bir dehayı yaşamının en son deminde hatırlama nezaketini gösterdi. Acaba göstermese biz onu farklı bir yerde mi değerlendirirdik? Bence o ödülü alsa da almasa da, “Bir Zamanlar Amerika” filmindeki Yahudi lokantasının arkasındaki tozlu depodaki taş plaktan usul usul yükselen Amapola’nun ölümsüz notalarıyla bir müzik sihirbazı olarak çoktan kalplerde yerini almıştı bile.
Oscar gecesinde, ödülü ona, müzikleriyle efsane adam haline getirdiği Clint Eastwood verdi. Aslında çok şık bir jest yaptı Eastwood; kendi imajını göklere tırmandıran notaların sahibini kendi elleriyle ödüllendirirken. Ödülü alırken sesi titriyordu. Sevgili eşine bakarak yılların emeğinin ödüllendirilmesini, yine kendine has bir mütevazilikle kutladı. Adı anons edildiğinde herkes dakikalarca onu ayakta alkışladı. Herhalde yılların ihmalini teselli edercesine bir özür alkışıydı onlarınki. Ödül olsa da olmasa da, o kalbimizin derinliklerindeki Maestro olarak çoktan Oscar'ları toplamıştı bile. Ödül, olsa olsa, geç kalan bir özür gibi durdu.

1 Haziran 2007 Cuma

AVRUPA

Ligler bitti ve Fenerbahçe herşeye ve herkese hatta bizlere rağmen Türkiye Liglerinin en büyüğü oldu. Şimdi yeni bir tatışma başladı: AVRUPA'da ne yaparız ? Kimi alalım - kimi satalım - Zico ne olsun ?

Bilmem farkında mısınız ? Bu yıl çok bayrak çıkmadı ortalara, en azından İstanbul'da ! Herkes de yorum yapmaya başladı... Artık Fener seyircisi Avrupa'da başarı bekliyor diye. Ben nacizane görüşlerimi yazacağım bu konuyla ilgili.

Chealse TD.sinin bir basın toplantısı oldu geçenlerde. Bu takım nasıl oluyorda bunca paraya rağmen hala CL'de yarı finalin ötesine geçemedi ? sorusuna ilginç bir cevap verdi TD : " kazanmak bir alışkanlıktır ve biz bu alışkanlığı kazanıyoruz. CL zor bir lig ve tecrübe kazanıyoruz..." Yıldızlar topluluğu bir takım ve bu takımın dahi TD.si... Şaşırtıcı değil mi ? Biz 3-5 yıldızımız, Türkiye ligi ve bu federasyon + hakemlerle hemen başarı bekliyoruz oysa...

Daum kalsaydı şayet işin rengi farklı olabilirdi ama o gitti... Eldekilere ve duruma bakalım o zaman.

Seyirci : Avrupa ve Türkiye'de hiç bir sıkıntımız yok !
Hakemler : Türkiye'den daha iyi :) Ama Şenez Erzik'e rağmen bazen çok ilginç maçlar yönetiyorlar. Biz de hiç tartışmıyoruz. Bence Şenez bey biraz daha dikkat çekebilmeli.
Kale : Serdar; yan toplar... yan toplar... Volkan; konsantrasyon...
Defans : Edu ve Lugano'ya kızacağımıza yanlarına kademeyi bilen geçek sol ve sağ bek lazım. Açık kapatmaktan boşluk veriyorlar.
Ortasaha : Selçuk mutlaka kazanılmalı, Alex'in yanına bir playmaker... Türkiye'de var mı ? Yok galiba... Yurt dışı... 6 yabancı ? Tuncay : Mutlaka, Appiah mutlaka...
Hücum hattı : Semih ve Devid çok iyi yedek ama Kezman allahla başbaşa ne kadar daha santrfor oynayacak...
Hızlı oynayamıyor, kontratak yapamıyoruz. Takım yavaş değil bence sorun yetenek. Korkak Yozgatlı ve pas atamayan oyuncularla hücüma çıkılamıyor. Kezman'ın top atın demekten kolu ağrıyor. O zaman yetenekli topçulara ihtiyaç var !

Kondisyon : Hem milli maçlarda hem de ligde ayakta kalan bizimkiler. Demekki orada sorun yok.

Zico : Rakibe göre futbol için rakibi tanıması gerekliliğini kabul etmeli.

Transfer : Bekleyip göreceğiz.

Bu arada... GS'nin ceza işi ne oldu arkadaşlar. UNUTMA - UNUTTURMA...