3 Haziran 2007 Pazar

And the Oscar goes to.....The Maestro

bu yazıyı aylar önce Radikal gazetesinin cumartesi eki için yazmıştım. Sihirli notaların ölümsüz bestecisi, film müziği aleminin kralı, nam-ı diğer, Ennio Morricone'nin sonunda Oscar ödülüne layık bulunduğu haberini alır almaz yazmıştım. Aslında yazıyı Radikal'in yazı limitleri nedeniyle istediğim şekilde yazamamıştım. Şimdi aynı yazıyı, bazı ilavelerimle beraber buraya yazmak istedim.


Oscar Akademisi geçen gün yaptığı açıklamada Ennio Morricone’ye film müziğine yaptığı çok yönlü katkılarından ötürü bu seneki seremonide Onur Ödülünü vermeyi kararlaştırdı. Daha önce 5 kere bu ödüle aday olan, ve ama ödülü hiç alamayan, 45 senelik bestecilik hayatı boyunca 300’den fazla film müziğine imzasını koyan Ennio Morricone’yi tanımayanınız vardır diye biraz bilgi vereyim.






Aslında bu satırlarda değil de, karşı karşıya olsak şurada iki dakika ıslık çalabilsem herhalde hemen anlardınız kim olduğunu. Ve sanırım, eğer onun adını hala duymayanlardansanız, şaşırırdınız onun notalarını aslında ne kadar iyi bilip adını bilmediğinize. Çünkü, bugün hayatımızdaki en önemli anların ve duyguların pek çoğunu onun notaları temsil eder. Üç yaşındaki çocuktan yetmişine uzanan bir hayran kitlesi vardır, ama pek çoğu bilmez onun adını. Yaşayan az sayıdaki dahilerdendir, ama fazla reklamı filan da yoktur ortalıkta, çünkü modern dünyanın stüdyo alemiyle öyle içiçe değildir. Zamanında onlarla da çalışmıştır, diğer yüzlerce yapımcıyla olduğu gibi, ama işini yapıp köşesine çekilmiştir. Kendisi ne kadar arka planda olsa da, notaları hep öne taşar, film karelerinden yükselip, ruhun derinliklerine süzülüverir. Kimi zaman usul usul, kimi zaman romantik ezgilerle, kimi zaman da operatik dolgunlukla. Ama, asla arkada dolgu misali kalmaz onun notaları. Hani “hayattan daha büyük” derler ya, işte öyledir onun besteleri.

Sinema aleminin en baba isimlerinin karizmalarını tamamlayan bir müzik sihirbazıdır Morricone. Clint Eastwood’dan Lee Van Cleef’e, Alain Delon’dan, Jean Paul Belmondo’ya, Henry Fonda’dan Robert DeNiro’ya aklınıza gelecek bir çok ünlünün görsel façasını o tamamlamıştır. Aslında yola babası gibi bir caz müzisyeni olarak çıkar, ama sonraları klasik yöne kayar. Hayat şartları onu 50’lerin sonunda aranjmanlığa kaydırır. O zamanların belki de tek ve en büyük aranjörü olur. Derken, sinema aleminin sihirli yönetmeni, ve taa ilkokuldan sınıf arkadaşı Sergio Leone ile 1964’te tesadüfen yapımcının ofisinde karşılaşır. Leone o zamanlar meteliksiz, ve hiç bir ünü olmayan, 2. sınıf bir yönetmen adayıdır. Zar zor elde ettiği bir film projesi için okul arkadaşını kullanır. “Bir Avuç Dolar” için müzik ister. İkisi de bilmezler ki, o minicik bütçeli film sinema aleminde koskoca bir dönemin kapısını açar. Clint Eastwood o kapıdan içeri dalar. Hemen bir sene sonra “Bir Kaç Dolar Daha İçin” de yine beraber çalışırlar. United Artist’in başkanı tesadüfen Roma’dayken, filmin senaristi onu bir sinemaya götürür, ve seyircilerin adeta futbol maçı çoşkusuyla seyrettiği film ve müziğinden etkilenerek filmin gösterim hakkını alır. Anlaşmayı yaparken bir tane daha film ısmarlar. O film sinema aleminin en kült yapımlarından “İyi Kötü ve Çirkin” olur. Filmin kendisi kadar müziği sadece sinema alemine değil, yaşamın kendisine yıldırım etkisi yapar. Daha perde açılır açılmaz girer Morricone’nin azgın notaları salona, ve hemen her an doymak bilmeyen açlıkla büyüler seyredeni. Leone’nin tüm ekranı kaplayan yakın çekimleri hafızalara onun notalarıyla kazınır. Amerikalılar maden bulmanın çılgınlığı ile Leone ve Morricone’ye abone olurlar. Sonraları Morricone sinemanın peşinden en çok koşulan ismi haline gelir. Spagetti Western furyasının bitmek bilmeyen yüzlerce filminin bir çoğuna imzasını atar. Avrupa’lı yapımcılar da onu tepe tepe kullanırlar.

Yıllar içinde toplamda 300’ü aşan filme imzasını atar. 5 kere Oscar’a aday gösterilir, ama ödülü vermezler bu sessiz İtalyan’a. Hatta, olaylı “Bir Zamanlar Amerika” filminin postprodüksüyon aşamasında işler o derece arap saçına döner ki, yapımcı bu defa müziği Oscar’a aday başvurusu yapmaya unutur, ve bir fırsat daha heba olup gider. Fırsatlar heba olur, ama Morricone olmaz. Kimi zaman Amazon ormanlarından akıp giden bir şelalenin suları gibi akar, kimi zaman küçük Lolita’nın bahçede çimenler üzerinde kitap okurken sere serpe uzanmış vücudu üzerinde dolanır, kimi zaman silahlara uzanan ellerin gerilimi olur. Kimi zaman yanlız kalplerin sesi, kimi zaman da çocuksu hayatın çoşkusu olur. Herkesin hayatında en az bir kere onun müziğiyle bezenmiş anısı vardır. Hatta, 2005 yılında Galatasaray ile hayati maça çıkan Fenerbahçe’li futbolcuların şampiyonluk şarkısı olur. Onun notaları ile kupayı kaldırır sarı lacivertliler.
Tüm bu ihtişamlı eserlerin ardında son derece mütevazi, sessiz denecek kadar arka planda kalan bir dahi yatar. Bence, Beethoven ve Chopin sınıfında bir efsanedir. Geçenlerde elime geçen bir CD'de, dünyanın tanınmış müzisyenleri çeşitli Morricone bestelerini kendilerine göre yorumlamışlardı. CD'nin adı da güzeldi: "We All Love Morricone". Evet, onu herkes çok seviyor. CD'deki en güzel şarkı bence Metallica'nın yorumladığı "The Ectacy of Gold" şakısıydı. "İyi Kötü ve Çirkin" filminin unutulmaz mezarlık sahnesinde, Eli Wallach'ın çılgın gibi koşarak para gömülü mezarı aradığı o unutulmaz sahnenin unutulmaz müziğini, rock efsanesi Metallica, muhteşem bir yorumla çalar. İşte böyledir Morricone'nin notaları. Kimi zaman bir çocuğun çığlığı, kimi zaman da bir rock gitarı eşliğinde, hiç de ters durmadan kulağımızı okşar. Herhalde, ondan başkasının müziği bu kadar şık durmaz her ortamda.
En basit bir kapı gıcırtısını, bir adamın haykırışını bile unutulmaz müziklere çeviren bu notaların efendisini ortada bir sürü eseri varken ödüllendirmeyenler şimdi ona onur ödülü verme adına çabalamaktadır. Haberi duyduğunda ne hissetti bilemem, ama ben duyduğumda “hele şükür” dedim. Hele şükür ki, sözüm ona sinemaya emek verenlerin merkezi sayılan bu merci, sonunda Morricone gibi bir dehayı yaşamının en son deminde hatırlama nezaketini gösterdi. Acaba göstermese biz onu farklı bir yerde mi değerlendirirdik? Bence o ödülü alsa da almasa da, “Bir Zamanlar Amerika” filmindeki Yahudi lokantasının arkasındaki tozlu depodaki taş plaktan usul usul yükselen Amapola’nun ölümsüz notalarıyla bir müzik sihirbazı olarak çoktan kalplerde yerini almıştı bile.
Oscar gecesinde, ödülü ona, müzikleriyle efsane adam haline getirdiği Clint Eastwood verdi. Aslında çok şık bir jest yaptı Eastwood; kendi imajını göklere tırmandıran notaların sahibini kendi elleriyle ödüllendirirken. Ödülü alırken sesi titriyordu. Sevgili eşine bakarak yılların emeğinin ödüllendirilmesini, yine kendine has bir mütevazilikle kutladı. Adı anons edildiğinde herkes dakikalarca onu ayakta alkışladı. Herhalde yılların ihmalini teselli edercesine bir özür alkışıydı onlarınki. Ödül olsa da olmasa da, o kalbimizin derinliklerindeki Maestro olarak çoktan Oscar'ları toplamıştı bile. Ödül, olsa olsa, geç kalan bir özür gibi durdu.

Hiç yorum yok: