11 Aralık 2007 Salı

Ne oldu şimdi ?

Ligin 15. haftasını da geride bıraktık. Galatasaray açık hakem desteği olmayan maçlarını kaybetmeye başladı. Beşiktaş muamma, Fenerbahçe ise Janus gibi. Nedir Janus ? İki yüzlü bir tanrı.

Olumludan başlayalım, Fenerbahçe'nin kondisyonu kötü diyenler sanırım düşüncelerinde ne kadar haksız olduklarını gördüler. Oyuncuların fiziksel yapısından dolayı problem yaşayabiliyorlar ama takım halinde oynadıklarında şekil değişiyor. Alex bile koşabiliyor... Semih'in enerjisi ve Vederson'un enerjisi maalesef biraz daha kısıtlı.

Tuncay'ı arayanınız var mı ? Hani takımın ruhu...

Fenerbahçe kaybetmemesi gereken maçları kaybetmediği gibi kazanmayı da biliyor... Ama hala bizim istediğimiz gibi eze eze değil. Her maç ezerek kazanılmaz, kabul. Rakipler de en azından hiç birşey yapamıyorsa da koşuyor. Bir de bazen hakemler eklenince, olmuyor işte. Hem Avrupa hem Türkiye'de. Avrupa deyince, duymaz muhtemelen ama, Sayın Şener Erzik bu kadar mı pasif? Hiç mi etkisi yok? Maçlarımıza çıkan bazı hakemler, bazı düdükleri ( bkz Devid kırmızı kart ) nasıl çalıyor anlamıyorum.

En güzel yorumları Rıdvan yapıyor aslında. Zico kaybetmeden kazanma işini çözdü, sıra bize karlı kaybetbetmemeye oynayanlara kazanmaya geldi. O sanırım kadro zenginliği ile alakalı olacak. İşin o tarafı da fena gitmiyor hani. Yedekten gelenler de oynuyorlar. Selçuk - tüm agresifliğine rağmen Uğur, yetenek sıkıntısına rağmen elinden geleni yapan Önder, kısa sürede dönen Kezman... Ya da Volkan...Herkes hazır kıta gibi... Hani baskette farkı banktan gelenler yaratır denir ya...

Bir paragraf Alex'e... Büyüksün ve inşallah şampiyonlar ligi yükselişi ile birlikte Brezilya Milli Takımı yolu da açılır sana.

En sevindiğim husus da şu "duruş" diye başımızın eti yenilen şey. Beşiktaş seyircisi yere göğe sığdırılamıyor ya, takıma destekleri diye. Maç seyretmeden sadece yüksek tondan zikr yapar gibi bağırıyorlar. Bizim seyirci artık maçı yönlendiriyor. Maçla birlikte tepki veriyor ve bunu da resmen bir eğitimle birlikte yapıyorlar. Bizim duruşumuzu herkes GS maçında gördü. Duruş söylenmez, yapılır. Song'a bile yaptığı sonrası birşey verilmediyse ya da Song'un o kafaya attığı tekmeye sarı kart veren hakem Devid'in kafasına (!) kırmızı verip küfür yemediyse duruş budur.

Olumsuz... Bize bir santrfor lazım, bir de maçları takımına göre oynamak... Başka ne diyeyim...

Son bir söz Mehmet Ayan'a... Geçmiş olsun, demoratlık iddiasındaki tarafsız görünümlü gizli saldırgan. Sözünü dinledim artık seni dinlemiyorum. Yazık ki birşey diyememişin maçtan sonra, olay da çıkmadı ya hani... Hatta Portekize gitmişin.

Her zaman Fenerle kalın

9 Kasım 2007 Cuma

KARA DERYALARDA BİR FENERSİN ..

7 Kasım 2007 Çarşamba

Cüneyt Arcayürek Spor yazdı

Ulusal Takım ve Tarikat İlişkilerine Dair...

Barzani 'nin adamı, Kürt Dışişleri Bakanı Türkiye'yi uyutmayı deniyor: Sözle uslanırmış gibi PKK'ye "Topraklarımızı terk et, dedik" diye demeç veriyor.

ABD Savunma Bakanı Gates , "Türkler blöf yapmıyor, (sınır ötesi harekât konusunda) ciddi" diyor.

Pentagon ise, "Askerlerin harekât konusunda 'hevesli' olmadığını" öne süren açıklamalar yapıyor.

Hükümetin başı, hemen neden yapılamayacağını gösteren gerekçesinde, sınır ötesi harekâtın "ekonomik, siyasal ve askersel yönlerinin olduğunu" öne sürüyor.

Bu açıklamalardan çıkan sonuç: Hükümet "bekleyecekmiş!" Neyi? Herhalde Godot 'yu! Ya da "Bekledim de gelmedin" şarkısını halkın sindirmesini....

Sonucu kestirmeye olanak tanımayan, kafaları karıştıran, birbirine ters düşen açıklamalar...

***

Oysa, spor sayfalarında, siyaset adamlarının dilinde ve sözlüğünde bulamayacağınız ulusal bir sorun sürekli gündemde.

Tarikat, cemaat mikrobu siyasete, medyaya, bürokrasiye, toplumun çeşitli kesimlerine sızdı. Ulusal gururumuzun simgesi ulusal takıma da burnunu soktu. Kimi kulüpleri parmağının ucunda oynatıyor.

Önce Galatasaray'dan başladı. Takıma Fethullah Gülen mikrobunu Hakan Şükür adındaki artık varlığı ve kıymeti harbiyesi sorgulanan futbolcu soktu. İlk resimleri camiye namaz kılmaya giderken yayımlandı ve sonra...

Fethullah Gülen'e olan sevgisi ve bağlılığını ifade eden boy boy demeçleri gazetelerde yer aldı. İtalya'ya gidip -tabii orada Fethullah'ın borusu ötmediği için- takımda istediğini yaptıramadan geri döndü. Gitmeden önce dışarıda futbol oynama iznini Fethullah Gülen'den aldığı yazıldı.

GS içinde ikilik yarattığı söylendi, ulusal takımın başındaki Ersun Yanal , Fethullah Hoca'sına güvenmekten başka çoğu özelliklerini yitiren, yaşı geçmiş, takımda ikilik yaratan bu futbolcuyu ulusal maçlarda takımdan uzak tuttu.

Takıma kimlik kazandıran başarılı hizmetler verirken, bu nedenle Gülen darbesiyle görevinden uzaklaştırıldı.

Bu Hakan Şükür adındaki Fethullahçı'nın Seul'deki dünya şampiyonasında ulusal takım yöneticilerine çıkardığı zorlukları, takımı nasıl ikiye böldüğünü, hatta cami bulunsun diye yaptıklarını bilen biliyor. Bu yaşı geçmiş futbolcu, son demecinde (11.09.07) "Beni eleştirmeyin, Allah'ın gücüne gider" diyor. Neredeyse kendini Tanrı-futbolcu ilan edecek!

***

Bir diğer örnek; son günlerde şımarık, terbiye dışı halleri ve takıma yararlı olmadığı görülmesine karşın ulusal takımda yer alan Emre Belözoğlu, İtalya'da tükendikten sonra Fenerbahçe'ye transferi söz konusu iken... (olayın bire bir tanıklarının açıklamalarına göre) ABD'ye gitti. Fethullah Gülen ile görüştü. Ancak üç buçuk milyon dolarlık bir anlaşmayla FB'ye gelmesine izin alamadı, İngiltere'de bir takımla anlaştı.

Son günlerde Beşiktaş'a Gülen'in sağladığı öne sürülen 40 milyon dolar kredi günlerce yazıldı.

Takımın başına getirilen Ertuğrul Sağlam sağlam bir dinci. Karısı örtülü ve Kayserispor'dan Beşiktaş gibi büyük bir takımın başına getirilmesi Fethullah Gülen'in marifeti.

40 milyon dolarlık kredi kıyağının gündemde olduğu sıralarda bir demecinde Ertuğrul Sağlam, "bana kulüp başkanı da dahil kimse karışamaz" içeriğinde bir demeç verdi. Gücü Fethullah'tan geliyor.

Hatta (bu konularda geniş yayın yapan, kimi spor adamlarını konuşturarak Gülen'in spor alanındaki marifetlerini açıklayan Aydınlık dergisinde yayımlanan bilgiye göre) Trabzonspor'da da Fethullahçılar bulunuyor.

Aydınlık'a konuşan TBMM Futbol Komisyonu üyesi CHP Milletvekili Ahmet Ersin ; Hakan Şükür'ün Fethullah tarafından korunduğunu ve futbolcuyu tarikat ilişkileri yüzünden ulusal takımdan kestiği için Ersun Yanal'ın görevden alındığını doğruladığı gibi, futbola tarikat ilişkilerinin girip girmediği sorusuna verdiği yanıtta:

"...Evet doğru. Başta (TBMM komisyonunda) bütün spor dallarında tarikat ilişkilerinin çok yoğun olduğunu ve sporu yöneten kademelere kadar sıçradığını söyledik... O dönemde komisyonda biz CHP adına üç kişiydik, AKP'li vekiller çoğunlukta olduğu için rapora tarikat ilişkileri konulmadı..." dedi.

***

Avrupa ölçeğinde birer değer olan futbolcularla Malta'dan beri aldığımız sonuçlar ortada. Yunanistan maçı tüy dikti.

Takımın başında: 2005 yılından beş yıllık sözleşmeyi yıllık 1 milyon 330 bin YTL'ye (ayda 110 milyar) imzalayan... yenilgilerden sonraki eleştirilere "ders almam, ders veririm" diye bir spor adamına yakışmayan etik dışı çıkışlar yapan.. sahalarda ve saha dışında bir zamanlar topuğu basık ayakkabı giymesiyle dikkatleri çeken ve örneğin Mussolini 'ye benzer yüz ve vücut hareketleriyle dikkati çeken Fatih Terim adında spor adamı var.

Tarikatçı Hakan Şükür'ü herkese inat oynatıyor. Tribünlere terbiyesizliğini kanıtlayan kol işareti yapan Emre Belözoğlu'nun koluna kaptanlık bandını takıyor.

Kurguladığı takım ve oyun planı başarısız. Tribünler istifa diye bağırıyor.

Ulusal takım tanınmaz hale nasıl geldi? Altına imza atılacak nedenler: "Terim takımı sürekli gerilim politikasıyla yönetti. Her şeyi ben bilirim havasında. Neden oyuncularla yıldızı barışmadı? Herkesi küçük gördü. Egosuyla takımın önüne geçti. Basını karşısına aldı. Değirmen gibi futbolcuları öğüttü." (Vatan-19.10.07)

Yere düşmedikçe, son maçta da başarısız olmadıkça ayrılmayacağını beyan ediyor.

Oysa, futbol takımları Fethullahçıların oyuncağı değil.

Ulusal takım da Terim'in değil, Türkiye'nin ulusal takımı!

5 Kasım 2007 Pazartesi

Duramadım daha fazla... Herkes zaten sessizdi iyice sessiz oldu, ses çıkaramayanlar da facebook çılgını oldu, vakitsizlik bahane, paylaşımsızlık şahane. Paylaşmak için rakı sofrasına ihtiyaç var mı ki acaba ?

Yok yok... Fauldü değildi tartışmalarına girmeyeceğim. Bence faul, değilse kimse Anelka'nın eline faul demesin. GS.nim golü ofsayytı değildi tartışması da yapmayacağım, bence ofsyat.

Ama büyüklüğümüzü bir kere daha takdir edeceğim. Neden mi ? Basit, ama yorum işte... bence işte... :)

BJK başkanı neler gördü geçirdi, hala yanlış dümen sularında gezdiğine uyanamadı. Kendisine verilen 2 Fortis kupasını hastane hastane gezdirdi, küçük mutluluklara taraftarlarını ters köşeye yatırdı. Geçen seneki biri yarı final biri final olmak üzere peşpeşe hakem rezilliklerine rağmen "gururumuzla oynadık..." falan yazan formalarla kupa törenine çıktılar. Bize de 1-1 bitirilen rezil maçtan sonra emzik attılardı İnönü'de.
Eeeeee, şimdi ne olcak ?

A ) Kendi statlarında emzik servisi başlayacak
B ) Siz çok haklıymışsınız diyecekler
C) Biberona geçecekler. ( Ne de olsa Fortis kupası ile mamalanıyorlar )

Maçlara da PAF takımı ile çıkacaklarmış. Yazık çocuklara, bence atletizim takımı ile falan çıksınlar. ( Tüf, yoktu onların atletizim takımı, adı jimnastik ama kendisi yok )
Sponsorlar da isterlerse çekilebilir mişşşşşşşşşşşşşş... Hadi canım, sen de...

Neden Gs maçından sonra konuşmadılar. E biz büyüğüz de ondan, bizle akıllanıyorlar.

Bugün hala televizyonlar faulu tartışıyor valla, GS'nin ofsaytından tık yok. BJK'dan hiç tık yokkk... Neden ? Biz büyüğüz de ondan...

Ey büyük allahım, sen akıl sahibi olmadan konuşanlara yardım et... Santrforsuz, stajer teknik direktörlü 3 cephede koşan bu takımdan yardımlarını esirgeme.

Son bir söz BJK başkanına : Düne kadar Anadolu takımları adına da konuşuyordu. Dün dediki, "bizim iki rakibimiz var" Diğerleri figüran mı ? Haydi Anadolu takımları, akıllanın... Bir taraftanda hatırlayın, Kadıköy Anadolu yakasındadır.

Kalın sağlıcakla

12 Ekim 2007 Cuma

bayram da bayram


yine bayram, yeni bayram... Artık tadı da değişti, çikolata ve şekerler başka bir güzel... sevdiklerini görmek de kolay... internet var, webcam var... konuşmak olaydı artık görmek kolay...


Kartpostallar vardı artık sms ve e- posta var... Ama yaşlandıkça tatil konseptinden sevgi konseptine geçişte olay... Hangi yaştaysak, her nerdeysek, kiminleysek hepimiz bayramı kutlu olsun...


Sevgiyle, sevdikleriniz ve sevenlerinizle... Ama şekerleriniz bile sarı lacivert olsun... Yanınızda olamayanlar, yanında olamadıklarınız kalbinizde olsun, bütün bayramlar FENERBAHÇELİ olsun...


Sevgiyle kalın

18 Eylül 2007 Salı

Konuşanlara ceza

Benim etim ne budum ne ? Ya da bu yazıyı kaç kişi okuyacak ki ? Olsun, ben gene de üzerime düştüğünü düşündüğüm şeyi yapmalı ve kendimce haksız bulduğum bir konuya karşı çıkmalıyım.

Neymiş o konu ? Trabzon ve Beşiktaş başkanlarının, Konya başkanının konuşmaları ve Federasyonun onlara verdiği cevap ( mı )... Hayır, en azından tek başına bu değil!!! Tüm bu bahsettiğim kişiler, Federasyon hakkında hayli ağır kelimeler sarf ettiler ve buna devam ediyorlar, Federasyon da buna bir bildiri ile cevap verip iki kere "haaaaaaa", üç kere "hııııııııı" yapma cezası veriyor.

Gazete ve televizyonlara bakıyorum; ortalığın ayağa kalkması lazım. En azından Fenerbahçeli yöneticiler konuştuğunda ayağa kalkanların, Aziz Yıldırım'ın hep bahsettiği " herkes için adalet " düşüncesinden hareketle ayağa kalkması lazım... Zayıııııııfffff bir esinti var o kadar. Federasyon'dan cezaya dair hiç bir şey yok, hani Fenerli idareci ve yöneticiler konuştuğunda ceza yağdıranlardan bahsediyorum! Hani Tümer'e kendisine onlarca şişe atan tribünleri "alkışlamasından" dolayı ceza veren ama Emre'yi görmeyen Federasyon...

Hani konu Fenerli yöneticilere geldiğinde, hemen olayın üzerine atlayan ve ballandıra ballandıra konuya giren radyo yorumcularından bahsediyorum.

Efendiler nerdesiniz ? Azıcık şeref, haysiyet, hak, hukuk kavramınız varsa bu konuya müdahil olun. Futbolun böyle farklılıklarla bir yere gidemeyeceği gerçeğini bağırın. Bize verilenden dolayı değil ama uygulamaların eşdeşliği adına ses çıkarın ve allah rızası için dürüst olun.

Yoksa çıkıp Fenerli yönetici ve idarecilerin bu konuya taraf olmasını ve "bakın, gördünüz mü ? Gene konuşuyorlar işte" demeyi mi bekliyorsunuz ? Fenerli medyaymışşş... Sevsinler...

Ya da bu programlara mesaj atan, bağlanan Fenerli arkadaşlarım... En azından siz konuşun, bu söylediklerim gerçek...

Hadi, hep birlikte...

Kalın sağlıcakla

15 Eylül 2007 Cumartesi

Rize maçı

Sıcağı sıcağına yazınca belki farklı olur dedim. Maç yazısını yazarken nasıl bir giriş - gelişme - sonuç olsun diye düşündüm, sanki kompozisyon yazacak gibi. Acı ama gerçek, çünkü gene keyifle yazamayacağım :(

Olayı üçe ayırmaya karar verdim. Zico ve yeni sistem, oyuncular, hakem...

Ben oynanan oyunu kötü bulmadım aslında, fazla pozisyon vermeden ( ki o da gol oldu, Volkan adama değil, topa baksa o da olmayacaktı ) ve bol pozisyonlu izleniminde bir maç seyrettik. Sanki Fener defans olarak bu 3 - 5 - 2'yi kıvırır gibi ancaaaakkkk... Hakikaten 3 - 5 - 2'mi oynadık o tartışılır. Bu sistemde defans çok sırıtmadı ancak her zaman söylediğim gibi Önder sağ bek değil ve bu sistemin de sağ adamı olamayacağı gibi topu kullanma becerisi sınırlı olduğu için maalesef göbek adamı da olamaz. Lugana ve Edu ok ama Carlos bu sistemde çok yorulur gibi duruyor. Benim beklentim Wederson ile Carlos solda şeklinde idi. Ama en kötüsü çift santforlardan biri yine gezgin adam rolune soyunmuştu. O gezgin adam ki harcadığı onca efora rağmen diğer santfor olma rolunü üstlenemedi ve bence bu Zico'nun hatasıydı.
Diğer hata bence yine Zico'nun bir teknik direktör olarak bu sistem için gerekli konsantrasyon ve özgüveni sağlayamaması idi. Hayatımda ilk defa Selçuğu bu kadar tedirgin gördüm.
Ve yine bu sistemde korkudan kıpırdayamayan Ali Bilgin'in o özgüven erezyonunu... Futbolcular 30 - 40 dakika yine topun arkasında kalma oyununu oynadı ve defanstan dönen topa yine 30 metre tek bir Fenerli giremedi.
Alex çok iyiydi ve bu bence sistemin eseri idi... İlerde her halükarda kalabalıklaşınca tutulacak adam sayısı arttı ve Alex de boş koşularla kendini açığa çıkartabildi. Rakip sadece rahat rahat Kezman'ı tuttu, öbür santrfor tutulmamak için olsa gerek sağa sola deplase olmakla meşguldu.
Sonunda süper Zico gene yapacağını yaptı ve dili dışarıdaki Ali Bilgin'i değiştirmek için 70. dakikayı bekledi. Anlamadığım bir şekilde de Selçuğu çıkardı yanında Devid'i değiştirmek yerine. Lazaroni de 70'i beklerdi mutlaka. Bu acaba bir Brezilyalı takıntısı mı?
Hadi Selcuğu çıkartı ( belki de sakatlandı, yorum yapmamak lazım ) yerine giren Gürhan'ın görevi neydi ?
Süper Zico diğer süper hareketi için dakika 82'yi bekledi. Süper yedek, genç Semih oyuna girdi. ( Pa - ra - tor 37'lik Şükür için;"gençler böyle söyler" dedikten sonra gençti vallahi ) Ve bilin bakalım sonra ne oldu? Bir kanadı R.Carlos öbür kanadı C.Kazım olan Fener topu bunlara geçirip iki santforuna kanat ortası yapmak yerine orta sahadan şişirmeye başladı.
Bu Zico, elektrik değilki meret biraz da pozitif verelim... Olmuyor, olamıyor...
Rize'den bahsedemeyeceğim, çok koştular, çok çabaladılar ama onların konsantrasyonu maalesef bizde yoktu ve bu da maalesef T.Direktör göreviydi.

Gelelim oyunculara, Volkan iki hata yaptı. Birini hep yapıyor ve topları bakarak kötü şişiriyor ama maalesef öbürünü de hep yapıyor, yan toplarda yerden top yerine adama atlıyor :(

Edu ve Lugano bence iyiydi. Önder dediğim gibi, yetenekleri kısıtlı ve sırıtıyor. Orta yok ( var da... ) düzgün pas yok falan falan.

Carlos korkudan ekonomik oynamaya çalıştı. Aurelio yorgundu, yine de sırıtmadı. Selçuk gergindi. Ama bu sistemde göbekte mutlaka Appiah olmalı. Çünkü göbek oyuncuları hem topa hakim hem de ileri doğru oynayabilen adamlar olmalı. Ama Aurelio'da bu pas yeteneği kısıtlı.
Alex dediğim gibi gayet iyi idi bence. Ali Bilgin bu sistemde göbekte oynar, sağda değil. Colin daha iyi bir başlangıç olurdu. Girdikten sonra da pek bir şey yapma şansı olmadı. Önder'in önünde 5'in sağı olmak kolay değil :(

Kezman, uğraştı, didindi, bir attı bir kaçırdı... 2 top varki öbür santrfor hakiki santrfor olsa dönen ve boş bıraktığı toplara golü yapardı.

Hakeme gelelim. Söylemek istediğim çok şey var ama terbiye diye bir şey de var. Bu maçtan önce Chealse maçı vardı ve 11 dk.ka uzadı. Kaleciye sarı kart göstermek için 85'leri bekledi ( ki bizim stadta bizim kalecilere daha çabuk kart gösteriliyor ) sonunda 3 dk.ka uzattı, o zaman kaleciye helal olsun. 6 oyuncu değişikliği zaten 3 dk.ka, sakatlıklar vs 5 dk. bir de kaleci... Ama kaleciye kart gösterip 3 dk. uzattığına göre bu kart haksız bir kart...

Aurelio'yu arkadan iten vatandaşın kartı var diye pozisyona faul bile vermedi ve kart gösterirken kartı olmayan Rizeli oyuncuları tercih etti. Kezman'a yapılan faulleri külliyen es geçerken onun dokunduklarını çaldı, ikililerde tercihler genelde Rize'de kaldı.

Ben de bu sayede bu sene GS.nin neye güvenip bu kadar para döktüğünü anladım. Beşiktaş başkanı olacak vatandaşın da niye şarlamaya başladığını. Çünkü 3 -5 maç sonra Zico da düzelse bu iş böyle giderse futbolcularda "biz ne yapsak olmayacak" psikolojisi oluşacak ki işte o zaman yandık...

Hepsine helal olsun. Federasyona da, MHK'ya da... Yolunuz açık olsun. Bu sene el birliği ile ( bizim katkılarımız da olacak tabi ) GS şampiyon.

Yine de Forza Fener,

Kalın sağlıcakla

13 Eylül 2007 Perşembe

Ordan, burdan...

Bazen çok şey geçer insanın aklından ve sıraya koymakta da anlatmakta da güçlük çeker ya... Son günlerin gündemi aslında böyle gibi... Söyleyecek çok şey var ama nasıl söylesek, nerden başlasak, dereden tepeden mi gitsek. O kadar çok şey birbirine bağlı ki. Ha tabi bir de kızılacaklar var, kızmamak lazım aslında. Sonu belli olan bir şeyin Türk gibi başlanması ve bitirilmesi gibi... Bunu anlayan arkadaşlarım anlar diye düşünüyorum, tabi okurlarsa :)

Gelin Milli Takım'dan, pardon Fatih Terim'den başlayalım. ( Milli takım o demek ya ), oradan bir federasyona uzanalım, Beşiktaş - G.Saray deyip Fenerbahçe ile noktalayalım.


Milli takım Bosna felaketinden sonra bir Malta faciası yaşadı ve Terim ilk defa gazeteciler tarafından diğer teknik direktörlere yapılanın neredeyse 1/10'u oranında eleştirilince kükredi " ders almam, ders veririm". Burda bir duralım, Terim hala araştırmacı yönünü sürdürüyor, gelişimine önem veriyor mudur ? Bilemem! Ama bu öyle bir laf ki, "artık ben ne öğreneceğim, siz kim oluyorsunuz da beni eleştiriyorsunuz!" anlamına geliyor gibi.
Üstelik yorumlar oldukça hafifti, rakip takım kalecilerinin olağan üstü becerileri ile dolu Yunanistan ve Norveç maçlarında kadro seçimi ve oyun düzeni bozuklukları ayyuka çıkmışken, direkten dönmeye Terim'in başarısı gözü ile bile bakılmıştı. ( Maçtan sonra Yunanistan'da kendi kalecileri ile "sarhoş maça çıktı, hep diğer topu tutmaya çalıştı" dalgası geçiliyordu )


Sonra Bosna faciası ama Terim ders almadığı için kararlı, Milli Takım da oyuncu kazanma yeri ya... Ders vermek adına inadına devam etti. Malta ile berabere kaldık, geçin beraberliği de ne oynadık ? Şansızdık diyebilir miyiz ? Olur hani bazen, bizim öyle bir Trabzonspor maçımız vardı Trabzon'da 2000 - 2001 sezonunda, 7 top direkte patladı, tek atakta gol yedik. Yoooo, şanssız da değildik. Ama Terim yeni bir şey deniyordu. 60 oyuncu denemişti maçlarda, Türk'tü üstelik ama hala kadroyu ve yapıyı çözememişti. Hadi bunları da geçtim, finallere gidecek kadro bu kadroysa en iyi sol bek İbrahim'miydi ? Beli benim kadar olmuş, ayakları çalışsa bile taktik olarak ona uygun koşuları yapan oyuncuları etrafta bulamayan Emre'mi ?



Ve geldik Macar maçına, tüm inatlaşmalarına ve gazetecilere köpürmesine rağmen Terim sahaya farklı bir kadro sürdü. Şükür 18'de bile değildi Şükür ama Macar'lar taş gibiydi. Buna rağmen Şevçenko fatihi Servet benzeri bir adamla karşı karşıya idi ve bu nedenle sürekli ikili çakılı oynadı. Üstelik Emre ve Servet Türkiye'nin en kötü oyun kuran iki bekiydi ( hatalı pasları sayabildiniz mi ?) Üçlü defans için ideal bir maçtı ama bu maçın adamı olabilecek Deniz yedekteydi ve Macar'lar ortayı o kadar hızlı geçiyordu ki Aurelio kesici özelliklerini sergileyemiyordu. Oyunu hep adını beceremediğim iki Macar uzun toplarla kurdu ancak Terim Aurelio'yu bunların üzerine vermeyi ( onlar ortaya gelmiyorsa sen oraya git ) ancak 55'de hatırladı. Deha ya...


Üzülmez soldan olağanüstü işler (!) yaparken aynı deha bunu seyretti, belki birini tutuyordu ama ben göremedim. Nihayet Avrupa'da hakemler Feneri gayet rahat ütülerken bizim gibi syreden Şenez beyin de belki etkisi ile hakem bir penaltından kırmızı karta bizim lehimize inanılmaz bir karar verdi ( benim yorumum ) ve maç bitti...


Bütün iş bitti mi şimdi ? Terim gene mi imparator, biz de tebası... REDDEDİYORUM, onun imparatorluğunu da, tebalığı da... Bunun en temel sebebi Emre'dir. Kendi yetiştirdiği ve kişilik verdiği (!) Emre.


Golden sonraki muhteşem hareketi ve kabahatinden büyük özrü... O hareketi bir kişiye yapmış, o kendini bilirmiş... Biz seni de biliriz Emre... O ettiğin küfürleri de... Zamanın da çok duyduk. Bir tek hakemler duymadı. Ben bu zihniyeti de, bu insanları da reddediyorum, kim dinliyorsa :) Ama olsun, ben gene de reddediyorum.









Ama olay Terim, Emre olayı değil maalesef. Türkiye dünya futbol tarihine geçen bir örnek yaşadı. Hem de ne örnek. Geçen sene bir maçta hakeme temas oldu ve kokartı koptu diye verilen ceza ortadayken, İsveç - Danimarka maçında yapılan ve verilen ceza ortadayken üstelik üç hafta gibi bir sürede kendi hakemini ipe göndererek ( ki bu hakem GS ile oynanan maçta neler görmüştü neler ) tehditler savuran Trabzon başkanının tehditlerini kabul etti. Sivas'ın 3 puanını yedi. Ne ilginçtir ki Sivas da UEFA ya da FİFA'ya başvurmayacakmış, onları kim neyle tehdit etti ? Bu skandaldan öte bir şeydir. Terbiyesizliktir, usulsüzlüktür, kanunsuzluktur... Daha komiği Aziz Yıldırım iki laf ettiğinde hemen toplanan ve hızla cezalar veren kurullar Trabzon başkanının açıklamalarını duymadı galiba... Ya da "Fener hep Aziz Yıldırım'dan kaybediyor ! " diyen gazeteciler de bunu duyamadılar. Kimse çıkıp da iki kelam edemedi. Onlar da mı korkuyor Ulusoy'dan ? Eyyyy Mehmet Ayan nerdesin ? Ali Koç'a demediğini bırakmamıştın, şimdi radyoda abalap - dubalap yapıyorsunuz sonra bir bakıyoruz ki radyo naklen yayın işini almışınız... Size de bravo... Alkış, Alkış... Yönetim bu olunca, teknik direktör ve futbolcu da bu oluyor... Hayırlısı olsun, ne diyelim başka...

Beşiktaş ilginçliklerine devam ediyor, başkanları çıkmış GS'ye stad veriliyorsa bize de versinler. Ne denir buna "güünnnnaaaaayyyydddddıııınnnnn" Özhan Canaydın... :) Sanırım büyüden kurtuluyor... Ama elindeki topçular ayrı güzellik olacak. Patlamaya hazır saatli bomba... Gelen yabancıları oynamıyor, nerden geldikleri belli değil ( pardon, biri Türkiye'nin Maradona'sı olacakmışşşş.... ) ama basın yine de sessiz. Hani bize olsa ne yaparlar diyecektim ama yaptılardı ya zaten... İpe çektilerdi... Nobre de affedilecekmiş... O kendini zor affeder ama çok geç, Yozgatlı'ya hayırlısı olsun, o Beşiktaş'lı olmuş. Hatırlatırım, Kadıköy'deki maça da Nobre kaptan çıktıydı :)
GS için yorum yok valla. Leblebi gibi fikstür ( bizimki de öyle ama ahhh ahhh ) zor maçlarda onlar da leblebi olacak. Dediklerim ne mutlu ki çıkacak sakat Lincoln bir var, bir yok olacak. Bir de Buzizzi mi bir oyuncu aldılardı o ne olacak ? Ey değerli basın ??? Nonda'yı merakla bekliyorum. İyi bir golcü ve futbolcu göreceğiz sanırım. Ama şu stad işi onlardan nasıl çıkacak, Sarıgül'ün belediye yardımlarının hesabını kim soracak ve bir de parayı nereden bulduklarını nasıl açıklayacaklar.
Biz mi ? Bizim cephe de değişen bir şey yok. 3 - 5 - 2 oynayacakmışız. Varmısınız denemeye ? Bence başarılı olur
Sevgiyle kalın, Forza Fener


28 Ağustos 2007 Salı

Topçu ve Futbolcu

Bu seneki Fenerbahçe'de dikkatinizi çeken bir şey var mı ? Geçen seneden farklı olarak, ya da hakemlerin davranışlarında. Bizim iki stopere de ilk hareketlerinde sarı kart verirken aynı nitelikte rakip hareketlere uyarı veren hatta faul yok diyen. Ya da federasyonda, hani bizim macı 33 derece sıcakta oynatan... Ama hala Trabzonspor maçının kime tescillendiğini açıklayamayan.
Yerinde ve iyi transferlere rağmen hatta gitti diye kurtulduk diye sevindiğimiz oyunculara rağmen takımın oyununda değişen bir şey var mı ? Yeni sözleşmelerde artan fiyatlara, kazanılan tecrübelere ya da her biri ayrı ayrı dünya devi olabilecek yıldızlara rağmen.

Ben iyi bir profosyonel değilim maalesef, hiç bir zaman da olamadım. Doğru düzgün bir sözleşme imzalamadığım gibi imzaladığım zaman da geri dönüp kimseyi dava etmedim. Hayatımda karşılık beklemeden sevdiğim tek şey konusunda da şiddetle amatörüm. O da Fenerbahçe.
Fenerbahçe'de oynayan hiç bir futbolcunun ya da teknik heyet üyesinin de forma aşkı nedeniyle orada duramayacak kadar profesyonel olduğunun bilincinde olacak kadar mantıklı, evimden ligtv'yi söktürereck ve 90 dk.yı iki yıldır seyretmeyecek kadar fanatik, geçen sene Şampiyonluğun en büyük adayı iken ve takım tel tel dökülürken "bu vakitte gaza gelmeyelim, td değiştirirsek her şey biter" diyecek kadar da objektif.

3 maçımızı seyrettim şu ana kadar, gerçi birinde takım tamamen farklıydı ama TD aynıydı maalesef. Ve yine maalesef hiç bir değişiklik yoktu Zico'da. Spor programlarındaki eleştiriler bile geçen senenin aynıydı. Ve son yazımda da dediğim gibi futbolcuların büyük çoğunluğu için üzülüyordum. Üzülüyordum çünkü çoğu kalitesine rağmen Zico ile sahaya çıkmak zorundaydı. Üzülüyordum çünkü koca bir ilk yarı sakatlık olması ihtimaline karşı bir kişi bile ısıtmayan, rakip 3 oyuncu değiştirip orta sahayı kontrol altına aldığında yedeklerine bakamayan, bir önceki haftanın en iyi oyuncularından birini Devid'i kazanmak için tribüne gönderen bir hocaları vardı.

Kendinizi bir şirkette çalışıyor olarak düşünün. Saygı duyamadığınız, strateji ve taktikten habersiz, sadece geçmiş güzel günleriyle size bir vizyon katmadan sizi yöneten bir genel müdürle ne kadar bir arada kalabilirsiniz.

Futbolun kısa ve basit gerçeklerinden bir kaçı :

Futbol oynamakla, top oynamak arasında bir fark vardır. Bu fark sonuç ve kalitedir. Topu oynayan göze genelde güzel gelir ama başarıya futbol oynayan ulaşır.
Lineeker'ın dediği gibi "futbol her zaman Almanlar'ın kazandığı bir oyundur". Çünkü genelde futbol oynarlar.

İyi futbol kaliteli futbolcularla oynanır. Futbolda kalite sadece yetenek değil, zekadır.
Kullanılmayan zeka ve kalite en basit şekliyle israfdır.

Günümüzün oldukça fazla para alan ve her zaman profesyonelliklerinin altını çizen oyuncularının her zaman ellerinden gelenin en iyisini yapma mecburiyetleri vardır.

Futbolcuların her zaman kötü pas atma ve yanlış yapma hakları vardır, ancak oynuyormuş gibi yapma hakları yoktur.

Son maçta bir sürü yorumcu farklı şeyler söyledi özellikle Tümer ve Devid hakkında. çok çalıştılar ve iyiydiler diyenler çoğunluktaydı sanki ve tonlarca hata yaptılar. Kimse yuhlamadı.
Kezman her halde artık yeter noktasındaydı, golun asistini yaptı ama yine de yuhlandı. Hiç bir şey hemen hemen yapmayan Alex ( ki bakınız Lincoln, ne tekmeler yedi ama... ) tepki almadı. Tepkiyi temelde Deniz aldı.

Tepki verilmeli miydi ? Endüstriyel futbol sohbetine girmeyeceğim, paramı veriyorum ama kimse beni zorlamıyor, para veriyorum, küfür de ederim gibi bir yaklaşımım yok, olanları da tasvip etmiyorum. Ama şunun kendimce farkında olarak tepki veriyorum.
Fenerbahçe yetiştirme yurdu ya da oyuncu kazanma yeri değildir. Bunu PA-RA-TOR yapsın. Kezman'a tepki verilmesinin sebebi artık kendini ispatladığı kesin bir adamın gölgelerde gezmesidir. Bir de hala kapasitesi olduğu düşünülen adamların saha da gezmesi var ama üstelik sürekli gölgelerde...

K,mse kusura bakmasın, Can Arat, Deniz Barış bu formanın adamı değildir. Ya da her maçın adamı değildirler. Yakında sağ bekte oynamaya devam ederse aynı şeyleri Önder'e ve her maçta oynatılmakta ısrar edilirse Devid'e de söyleyeceğiz.

Bu işlerin tek sorumlusu, oyuncularını doğru bir şablonla ve rakibe göre sahaya sürmesi gereken, kağıt üstündeki plan tutmazsa da aksiyon alması gereken TD.dir. Ki bu TD G.Antep maçında 40.dakikadan sonra yorulan ve her topu geri sektiren Semih'i oyunda tutup sakatlanmasına sebep olan ve takımı yorgunluktan öldüren Zico'dur.

Ki bu Zico, "aslında takımı hızlı oynatacak ama elindeki kadro uygun değil" yorumları da yapılan TD.dir. Sözün özü herşey TD.dir Negatif elektirik, pozitif elektirik hikayedir. Elektrik tek kutuplu olunca enerji kalmaz, enerji bu işin mantıkla birlikteliğindedir.

Fenerbahçe'de topçu olmak da zor birşey değildir. Oynamak kolaydır. Sanırım Tuncay bu sıralar bunu daha iyi anlamaktadır. Zor olan şey futbolcu olmaktır. Kızılan şeyde uzun pas atmaya çalışırken hata yapmak değil, 2 metreye pas atamamak, 2 adım önünden geçen topa hamle yapamamak, ya kaptırırsam korkusuyla dikine pas atmak dururken kafayı bile kaldırmayıp geri dönmektir.

Gazete yazıları ve yorumcular mı ? Benim gibi düşünen de var, karşı olan da. Ama R.Carlos'a defansı zayıf da demişlerdi. Onlar da gazeteciydi.

Son söz; Fenerbahçe'de her futbolcu saygı görür, her topçu da ama topçular bir süre sonra hakkını bulur, futbolcuyken topçu olanlarda.

Forza Fenerbahçe... Kalın sağlıcakla

26 Ağustos 2007 Pazar

Kezman, Deniz Baris ve Seyirci Desteği

Dün yine Şükrü Saraçoğlu'nda mutad yerlerimizi aldık, ama sıcaktanmıdır nedir, herkeste baya bir tatil havası hakimdi. Saçma sapan bir kural gereği, yürümenin bile zor olduğu havada adamlara top oynatmanın hangi mantığa oturduğunu iyice düşünmek gerekir, ama bu federasyonda mantık ile sarmısaklı mantı aynı kefeye konduğundan fazla zorlamayayım dedim.

Şahsen beklentilerimin çok dışında bir oyun oynanmadı. Carlos'un enfes golünden başka en kayda değer konu Kezman'ın gol kısırlığına çare bulma çabaları ve beraberindeki seyirci tepkisiydi. Kezman herzamanki gibi her derde deva yanlız santrafor mevkiisinde olayı kendince tırmalamaya çalıştı, bazı çok önemli fırsatları harbiden kötü kaçırdı, bazı topları hırsının getirdiği ruh haliyle de karışık bir dumanlı kafada ezdi ve sonuçta hayal kırıklığı ile sahayı terk etti. Ha, bir de Volkan'ın evlere şenlik kurtarış becerisi de unutulmazlar arasındaydı.

Fenerbahçe'nin oyun eleştrisine geçmeden, son zamanlarda kafayı taktığım seyirci konusuna yine özel bir yer açma gereğini hissediyorum. Bugün akşamüzeri tv'de Manchester United - Tottenham maçını izledim. ManU sol beki maç 0-0 iken kendi sahasından gayet rahat ve hiçbir baskı olmadan top çıkarırken topu öyle bir attı ki, top gitti Tottenham'ın sol açık oyuncusuna adeta altın tepside bir gol pası gibi oldu. İşin ilginç yanı kimse de gidip o pası atan sol beke ne küfür etti, ne de tepki verdi. Aslında maç içinde ManU öyle toplar ezip, öyle pas hataları da yaptı ki, normalde bu paslar bizim stadda olsa herhalde klasik koromuz inletirdi ortalığı. Kezman'a yapılan protestolu ıslıklar da yine aynı konuyu kafamıza çarptı. Maçın en kritik anlarında adamın tüm hırsıyla bir şeyler yapmaya çalıştığı anlarda, kendi seyircisinin destek vermesi gereken anlarda bir grubun ciddi yuhalaması inletti ortalığı. Evet, gerçi öteki kesim hemen ona destek verdi, ama adam bir kere yarayı almıştı ve o da elini kulağına götürerek ilginç bir tepki verdi.

Kabul, Kezman o mevkii'nin adamı değil. Kabul, Kezman, hakikaten söhretine hiç yakışmayan goller kaçırıyor, ve topu bazen çok basitçe eziyor veya pas vermesi gereken yerde hırsının etkisiyle saçma vuruşlar yapıyor. Ama, bu yine de adamı bitirecek tarzda yuhalanmasını hiç ama hiç gerektirmiyor. Nitekim, Carlos'un golündeki adrese teslim ortayı da Kezman yapmıştı. Burada önemli olan, bizim tepki şeklimiz. Seyircinin önemli bir kesimi aslında spor veya futbol sevgisiyle değil, iddianın sevgisiyle maça geliyor. Bu mantık seyirciye her ayağına topu aldığında otomatik olarak en mükemmeli yapan adamın beklentisini oluşturuyor. Yani, Fenerli oyuncu pas hatası yapamaz, gol kaçıramaz, çalımda top kaptıramaz gibi olağan dışı bir beklenti ve beklentinin sonucundaki doğal sinir halini yaratıyor. Kimsenin anlamadığı ise, o sinir haliyle edilen galiz küfürlerin ve protestoların oyuncular üzerindeki yıkım etkisi.

Bir kaç sene önce GS'lı bir arkadaşım gelip bizim bir maçımızı izlemişti. Sonrasında beni aradı ve aynen şunu söyledi "hocam, sizin aslında rakibe ihtiyacınız yok, siz kendi kendinizi daha en baştan yeteri kadar hırpalıyorsunuz....ben kendi oyuncularına bu kadar 0 toleransla bakan bir seyirci görmedim".....

Yazıktır ama durum budur.....Kafaya takılan bazı oyuncular, ki Kezman da bu kadroya ilave edildi, daha maçın başında öylesine negatif bir elektriğe gömülüyorlar ki sonucunda zaten ortaya matah bir şey çıkması zor. Aslında bu konuyu enine boyuna incelesek herhalde doktora tezi kadar derin bir mevzuu çıkar ortaya. Benim buna bir diğer ilavem de, futbolun son 10 yıldır içinde bulunduğu durumun yarattığı tablodur. Fizik gücünün inanılmaz artışının teknik beceriyi boğması. Sonucunda kazmaların teknik klasları boğması durumu. Sanırım bunu ayrı bir yazı halinde derinleştirmek daha doğru olacaktır.

Yazının sonunda bugün Radikal gazetesinin spor sayfasında Eray Özer'in Deniz Barış'ı sevmek isimli yazısından bir alıntı yapmak isterim. Şöyle demiş Erya Özer:


"....Ve özel bir paragraf Deniz Barış'a... Aslında bütün bir yazıyı ona ithaf etmek gerekiyordu. Daha önce Deniz'in neden önemli olduğunu yazmıştım, Ahmet Çiğdem de iki hafta önceki yazısında İstanbul BB maçında yuhalanmasına tepki göstermişti. Dün sahanın en çok emek harcayanı, en çok koşanıydı Deniz. Aslında futbol adına bir turnusol kâğıdı o. Onu sevmek Türk futbolunu, daha doğrusu futbolu bütün taraftarlık hırslarından arınarak sevmek demek. Hata yaptığında ıslıklanacağını, en az tahammülün kendisine gösterileceğini bilerek oynuyor. Boynunda hep bir ilmekle bu kadar başarılı bir oyuncunun önünde saygıyla eğilmek gerekiyor. İyi ki varsın Deniz!"

19 Ağustos 2007 Pazar

Fenerbahçe'de futbol oynamak

Sezon başladı, ama ben bu yazı için bu geceye kadar bekledim. Geçen haftaki İBB maçı, sonrasındaki Anderlecht ve bu geceki Gaziantep maçının toplamından bir sonuç çıkarmak sanki tek maça dayalı yazmaktan daha mantıklı geldi.

Ben takımı şu anda çok derin eleştirmenin erken olduğuna inanıyorum. Gerçi teknik yönetim ve bazı oyuncular yeni olmasa da, sezonun daha çok başındayız.

Benim esas ilgimi çeken ve artık (takımı son 2 senedir çok sert eleştiren) beni bile rahatsız eden bizim taraftarlık anlayışımızdır. Geçen hafta bunu çok net gözlemledim. Herkes herşeyin 1. dakikadan itibaren otomatik işleyen bir makine düzeni bekliyor. Şükrü Saraçoğlu stadında öyle bir hava var ki, sanki hiç kimse hiç hata yapmayacak, herkesin her topa girişi mükemmel olacak ve tik tak paslarla 8-10 tane gol atacağız. Bunun dışındaki hiç bir duruma kimsenin tahammülü yok. Bu tahammülsüzlük artık öyle bir raddeye ulaştı ki, eğer takım ilk golü atmada biraz zorlanırsa, söylenmeler yerini direk isme adres sinkaflı ve oturaklı cinsinden küfüre bırakıyor.

Benim bilinçli futbol hatıralarım 1970'lerin başlarına kadar uzanır, ve ne yalan söyleyeyim, ben neredeyse hiç denecek kadar az kere hatırlarım Fenerbahçe'nin kendi sahasında böyle kusursuz nitelikteki yakışıklı oyununa. Taaa Ziya'ların, Osman'ların Cemil'lerin döneminde, Selçuk'ların, Rıdvan'ların günlerinde de durum çok çok farklı değildi. Son dönemde, özellikle Daum'un ikinci senesinde şahsen ben de çok kızardım takımın 3 pas üst üste yapamamasına. Gerçi derbilerde olay farklı olduğu için o maçları özel kategoride ele almak gerekir ve bu söylediklerimin dışındadır.

Yani, olayın özünde neden bu takım şöyle iştahlı bir oyun oynamaz? En ölü döneminde bile GS'ın karşı takımı bunaltan iştahı neden bizde oluşamaz diye düşünmeden edemiyorum. Eyvallah, Zico'nun temel hataları ve yönetimin bazı eksiklikleri var, kabulumdur. Ama, ne de olsa eldekiler de yabana atılan türden oyuncular değil. O zaman akla stadın atmosferinin takım üzerinde oluşturduğu etki geliyor. Son yıllarda Tuncay dışında yırtıcı iştahla top oynama azmi olan kaç oyuncumuz vardı? Bence yoktu. Neden? Bence neden, daha ilk saniyeden gelmişine geçmişine küfürle bağıran onbinlerin olduğu ortamda oyunu bizim arzuladığımız iştahla oynama haleti ruhiyesine getirebilen oyuncu sayısı sınırlıydı. Benim inancıma göre, eski kaptan Ümit Özat da bu kapsamdaki oyuncuydu. Bir keresinde karşılaştığımız bir lokantada masamıza gelerek sohbet ederken bize bundan yakınmıştı. Hatta, söylediğine göre, Ümit'in lise tarafına hücum ettiğimiz zaman şimdiki kapalıda yer alan bir fanatik her atağa kalktıklarında tribünün en öndeki boş zeminde Ümit topu sürerken onunla beraber koşarak laf atarmış. "hadi lan hadi ortala, pas at," gibisinden ve daha bir sürü galiz küfürle beraber adamı bezdirmiş.

Bence biz taraftarlık anlayışımızda çok yanlış bir tavır içindeyiz. Yukarıda yazdığım gibi, her anı kurgulanmış kusursuz bir makina düzeninde oynayan bir takım beklentisiyle oluşan stress oyuncuları ne yazık ki daha da ürkek ve korkak hale sokuyor, ve o haldeki oyuncu "şu top ayağımdan hayırlısıyla gitse de kurtulsam" şeklindeki bir düşünceyle donanıyor. Ümit Özat'ın adeta oyuna ve takıma küsmüş hallerini lütfen hatırlayın. Ben herhalde takımdaki yabancıların bir takım durumlarına kafayı takıp küsüyor diye düşünürdüm, ama sanırım bir de işin bu yanı var. Ha, bir de, hepimizin aklının bir yerinde GS'ın UEFA kupasının oluşturduğu bir beklenti çıtası var. Herkes bir an önce bizim Şampiyonlar Liginde bir şeyler yapıp bu çıtayı bizim de yükseltmesini bekliyor ve her ters durum akıllarda bu duyguları dürtüp, ortaya sert tepkiler çıkarıyor. Bu akşam takımın tamamen yedeklerden oluşması herkesi bir ölçüde daha anlayışlı olmaya itti, ve erken gelen gollerle coşan kitleler uzun zamandır hayal ettiğimiz iştahlı futbolu yarattı. Gerçi ikinci yarıda düşen tempo ve yorulan oyuncular bu iştahı biraz törpüledi, ama yine de bugün uzun zamandır özlediğim taraftarlık ruhu sahada vardı.

Şurası kesin ki bizim taraftarlık anlayışımız İngilizlerden veya Almanlardan farklı. Biz işin aslında iddiasıyla spor tarafından daha çok ilgileniyoruz. Maçı bu gözle görmede zorlanıyoruz. Biz kendi yarattığımız stresin etkisiyle batsın bu dünya sendromuna çok rahat girerek, destek olmamız gereken yerde köstek oluyoruz. Takımın destek beklediği noktada, "sen önce golünü at, sonra destekleriz" hali aslında önce oyuncularımızı ve sonra da bizi vuruyor.

Herşeye rağmen, ben bu sene bu takımdan umutluyum. Zico'nun önemli hatalarına ve eksikliklerine, yönetimin beceriksizliklerine rağmen, durumu olumlu pencereden, umutlu olarak görüyorum. Daha işin çok başındayken, önce ve hep destek olmalıyız diyorum.

sezonun hepimize güzel anlar yaşatması arzusuyla, daha pozitif elektriğin oluşacağı tribünleri umut ediyorum. Bundan da umutluyum..........

11 Ağustos 2007 Cumartesi

Hayal kırıklığı mı ? Zico'mu ?


Ligler başladı ve üstelik ilk maç bizim maçımızdı. Olimpiyat eziyeti vardı ama olsundu. 21:30 gibi abuk bir saatti ama olsundu, rakip zayıfmıştı. Sonra ne oldu ? Seyirci 80'de stadı terketti, bizim sağbek yapmaya çalışıp muvaffak olamadığımız Kerim'in de attığı bir golle 2 - 0 yenildik. Artık miş-muşlar bitti yani, gene gerçek dünyaya döndük...

Maçtan önce bir transferleri konuşalım:


  • Rüştü gitti, sakatlıkları devam ediyor. Beşiktaş'a hayırlı olsun.

  • Mehmet gitti, gölge boksunu ve büyük takım topçusuna yakışmayan kaçamak oyununu orda da sergiliyor. ( Bakmayın ortaya, o kadarını arada bir bizde de yapıyordu ) Beşiktaş'a hayırlı olsun.

  • Kerim gitti, üzüldüm. Kafası çalışan ve tekniği iyi bir oyuncuydu. En azından kiralık.

  • Olcan gitti üzülmedim. Zorlasaydı formayı alırdı.










Gelenler ne alemde;
  1. Colin iyi kumaş ama oynaması için hızlı bir takım lazım,

  2. Rize'den gelen Yasin ümitlerde iyiydi ve Can'dan çok daha iyi bir kumaş.

  3. Ali Bilgin çok çok iyi bir kumaş ama sol kanat oyuncusu değil.

  4. Gökhan Gönül tekniği ve oyunu okuması yüksek bir oyuncu.

  5. İlhan Parlak tekniği ve zekası, vuruşları iyi ama gücü düşük bir oyuncu.

  6. Carlos'a lafım yok

  7. Vederson'u her halde yerli statüsünde diye aldık.

Başka da söylenecek bir şey yok. Gelenlerden ziyade gitmeyenleri konuşalım. Buna da dün akşamdan ve BJK maçından gölgelerle yorum ekleyelim.

Fener'de hala değişmeyen şey yürüyerek ve 32.683 yan pasla atağa çıkmak. Bunun bence iki temel sebebi var. Birisi Zico diğeri oyuncu kalite - kapasite ve güveni.



Zico oyunu okumayı bilmeyen değil, çalışmayan bir hoca. Takımını, oyunu kabul ettirecek Brezilya olarak düşünüyor. Hele bir de disiplinsizliği eklenince denecek birşey de kalmıyor. Maç önünde oynanıyor o takımdan memnun bir görüntüde. Disiplinsizliğe bazı gazeteler "samimiyet" yorumu getirmiyorlar mı, kahrımdan ölüyorum. Bunlar hiç M.United, Juve, Chealse ne yapıyor bakmıyorlar mı ?
Zico oyunu okumadığı gibi taktiksel bir kurgusu da yok maalesef. Kimileri buna oyun planı diyor. Ne farkeder ? Olmadıktan sonra!!! Ruh yok demiş, sonra Aziz Yıldırım'a kızıyoruz takıma ruh vermek ona kalıp, Samandra'ya gidiyor diye :)

Oyunculara gelince, onlar da hocalarını böyle görünce ne korku, ne saygı ne de düşünce kalmıyor. Oyunu rakip sahaya yıkabilmek için önce orada olmanız, sonra gezgin olmanız ve bunu sürekli yapmanız, son olarak da ufak bir detay; topu oraya atmanız gerekiyor. Biz de top atabilen kaç kişi var. Atabilenler de herkes gol olur korkusundan yerini koruma çabasında olduğu için yer değiştirmeyince atacak adam bulamıyor.

Son yorum :

  • Uğur Boral'dan büyük takım futbolcusu olmaz. O duracakdıysa Mehmet'de kalsaydı. Hem hücüma katkısı tek kişilik - bir sonraki hareketi düşünemeyen - defansda topa girmeyeyi bilmeyen adam hem de utanması yok.

  • Can ancak kapanan takımların defans oyuncusu olabilir. Oyunu okuyamayan defans oyuncusu büyük takımda oynayamaz, sürekli yer kaybeder. Onun için sabit kalacağı ve habire top karşılayacağı takımlarda oynamalı. ( Servet gibi )

  • Serdar, bu defansdan korkusuna gelişemediği gibi sürekli geri gidiyor. İBŞ'den yediği iki golü de konsantrasyonu olan ve kendine güvenen bir kaleci yemezdi.
  • Edu alan doldurmaktan bir hal oluyor ve sürekli diken üstünde durmaktan psikolojik olarak yoruluyor. Bence suçu yok.

  • Önder sağ bek değil, onu sağ beke mahkum eden utansın. Can'ın yerine oynasa herkesin yararına.

  • Tümer askere gitmeye hazırlanıyor. Ciddiye alınmadığında ciddiye alamıyor.

  • Devid ancak iyi bir yedek olur o da Alex'in yerine. Sağda veya santrforda değil.

  • Deniz'e söyleyecek hiç bir şeyim yok. İkinci hamlesi olmayan bir futbolcu olamaz.

  • Aurelio koşmayacaksa değil Fener'de Malazgirt sporda dahi oynayamaz.

  • Kezman 3 ay içinde Apiah'ın geldiği noktaya gelecek. Hiç bir büyük futbolcu Zico gibi bir hoca ile çalışmak istemez. İddia ediyorum Tuncay'ın gitme sebebi de budur.

Uzun oldu ama vallahi son : Capello gitti, Zico duruyor. Carlos da düşünüyordur.

Yine de sevgiyle kalın...

6 Ağustos 2007 Pazartesi

SEZON BAŞLIYOR .....

AYRILIK BİTİYOR 2007-2008 SEZONU BAŞLIYOR. 100 NCÜ YILIMIZDA HAK EDEREK ESKİ ADIYLA CUMHURBAŞKNLIĞI KUPASI YENİ ADI VE UYGULAMASIYLA SÜPER KUPAYI DA MÜZEMİZE GÖTÜRDÜK . 10.08.2007 CUMA GÜNÜ SAAT 21:45 DE ATATÜRKK OLİMPİYAT STADINDA İSTANBUL B.Ş.B. YE KARŞI OYNAYACAĞIMIZ MAÇ İLE SEZONU AÇIYORUZ. FENERBAHÇEMİZE SONSUZ BAŞARILAR . İÇERDE DIŞARDA AVRUPA DA HEP DESTEK TAM DESTEK ......

19 Temmuz 2007 Perşembe

Transferler ve lige bakış

Artık az kaldı... Yorumları yapmak lazım. Geriye bir iki transfer kaldı onu da göreceğiz. Dolayısıyla artık görüş yazabiliriz... Çok yakında bu satırlarda :)

14 Temmuz 2007 Cumartesi

100 ÜNCÜ YIL ETKİNLİKLERİ

Sevgili dostlar,
100 ncü yıl etkinliklerimiz çerçevesinde Bağdat Caddesinde kurulan ışıkları takları görmenizi hararetle tavsiye ederim.Emeği geçen herkese teşekkürler. Transfer kamp o mu geliyor bu mu gidiyor hangi sistem falan derken lig yaklaşıyor. Pazartesi günü fikstür çekiliyor duam şudur ki ilk 5 hafta Galatasaray ile eşleşmeyelim hele hele Ali Sami Yen Stadında asla. Cezalarını ! çeksinler ondan sonra seyircili bir maçta karşılaşalım.Ben hocaya güvenmek istiyorum Türkiye'yi tanıdı iyi de transferler yapıldı hoş gelen giden dengesine baktığımızda Tuncay'ın eksikliği hissedilecekmiş gibi geliyor bana. Alex ve Appiah'ın sakatlıkları bir de üstüne Appiah'ın kalıp kalmayacağı konusunda yaşananlar umarım geçen sezon Şampiyonlar Ligi ön elemelerinde olduğu gibi başımıza iş açmaz. Dostlar kuraya göre varmısınız ön eleme maçına yurtdışına gitmeye. Fenerimizi içeride dışarıda hep destekledik ,belki bu yurtdışı destek Avrupa'da alınacak zaferlere yol açar camianın dışarıda birşeyler yapmaya gerçekten çok ihtiyacı var.Umarım bu başarıyı bu sene yakalarız.
Gel 10 Ağustos gel, gel de bitsin artık bu özlem.Çok özledik seni Şampiyon FENERBAHÇEM ......

10 Temmuz 2007 Salı

Stat meselesi

Şu stat meselesi çok yakında satırlarımızda... Tabi bir Fenerbahçeli gözü ve gözlüğüyle :) Az sonra...

Biraz zaman geçti aradan... Sabretmiş olanınız varsa teşekkürler. Geçenlerde Sayın diyeceğim usulen Adnan Polat'ın bir açıklaması oldu;" kıskanılıp yukarı çıkıldığı için aşağı çekilmeye çalışılıyoruz, bunun için bürokratlarla bile görüşülüyor" diye. Gerçi Sayın Mahmut Uslu kendilerine gerekli cevabı verdi ama ben taraftar ve sokaktaki adam kimliğimle paylaşmak istedim görüşlerimi.

Şu stat işini yıllardır dinleriz GS.nin. Maketler, planlar, danışman firmalar, banka kredileri, teminat mektupları... Sonra ne olur peki, devletten kiralanmış ve yıllar önce yıkıp yenisini yapmak üzere kazma vurdukları ama hala panellerle kapatılmış, devlete ait stat teminat gösterilerek hazretler bir kuruş para harcamadan kendilerine yeni bir "kompleks" yapılması söz konusu olur devlet tarafından.

Nasıl yani ? Biz yıllar boyu devletten bir kuruş yardım almadan stat yaptıralım ona da gecekondu desinler, sonra bir haltı beceremeyip, başka beceriksizliklerle borç batağına girip devlete yamanıp benim verdiğim vergi ile ultra modern bir stada sahip olunacak öyle mi ? Kusura bakmayın bunun adı kıskançlık değil, haksızlığa isyan. Eğer GS.ye devletin böyle bir "jesti" olacaksa bizim de tüm yatırım maliyetlerimizin karşılanması ve hatta ilave yatırımlar için kaynak transferi yapılması gerekmez mi ?

Biz yıllarca bu yatırımları yapıp, amatör branşlar dahil başarı ve yatırım peşinde koşarken, statlarını sadece yarım yamalak yıkabilen ( son maçımızda tribün sökme işine de girdiler ya... neyse ) ve transfere milyonlarca dolar çarçur edenlerle bir anda aynı noktaya mı geleceğiz ? u sindirelibilir bir şey mi ?

Devlet başarıları nedeniyle bizim stadın maliyetini karşılayacağını ilan etseydi, acaba Adnan Polat ne diyecekti ? Biz her zamanki gibi "adalet ve eşitlik istiyoruz" dedik. Aslında BJK da biraz uyanık olsa, ya biz de kendimiz yaptık bu stadı, hani bize dese ama yüzü yok... Hani geçen yıl kankaydılar ya... Şimdi ne desinler...

Peki parasızlıktan stadlarını yıkmayı bile beceremeyen bu arkadaşlar transfer yapmak için parayı nereden buluyor. Hani sponsor olsa gururla açıklayacaklar ama... Değirmenin suyu nereden geliyor. FİFA yakında yabancı sınırlaması getirecek diye direnen Federasyon mali konularda klüplere getirilen kısıtlama ve yaptırımlardan habersiz mi ?

Bir küçük not daha, yabancı kısıtlaması talebi Barcelona başkanından gelmiş... Allahım bu nasıl bir yalan. Adamcağıza sadece bir iş ihale edip, bak bakalım bu iş nasıl olur denilmiş ve proje ekibinin lideri olmuş, bir talebi yok.
Bir de soru... Tutunki Avrupa'da da yabancı kıstı geldi, bizim tarafsız, büyük, şerefli, dürüst, dahi ve objektif, bütün takımlara eşit mesafeli fererasyon başkanımızın dediği gibi... AB vatandaşı futbolcular bu sınırlamanın dşında olacak mı ?

Had kalın sağlıcakla

17 Haziran 2007 Pazar

Tarfikten nerelere

Kaç kere "biz adam olmayız" dediniz ? Her hangi bir sebepten dolayı; enflasyon - devalüasyon - yolsuzluk - terör vs vs... Ya da kaç kere rakı sofralarında memleketi kurtardınız ? Adettir ya bizde rakı görünce ülkeyi kurtarmak. Eskiden kımızı için ata atlarmışız şimdi rakı içip at arıyoruz, at olmayınca mecburen sofrada lafla kurtarıyoruz her şeyi...

Şakası bir tarafa ama bugün 17 Haziran 2007 pazar ve hem babalar günü hem üniversite sınavı. Trafiğe de çıkmışınızdır muhtemelen. Nasıldı durum ? Benim diğer takıntılarımdandır bu trafik. Son zamanlarda Radyo Turka diye bir kanal buldum ve onun sayesinde sakin kalmayı başarıyorum. Ama gene de yetmiyor.

Eğitim şart diyorlar. Emniyet şeritlerine giren, kaldırımlara park eden, durulmazlarda park etmiş ya da düz çizgide sollayan, kırmızıda şöyle bir bakıp geçen, sinyalsiz dönen, sinyalsiz şerit değiştiren bütün arkadaşlar eğitimsiz yani ? Hadi canım. Arabalara şöyle bir bakın allah aşkına ve içinde oturanlara. Hiçte öyle bir tipleri yok. Hatta önemli bir kısmı da üniversite mezunudur. Hepsi bir tarafa trafik eğitimi şart diyecekler şimdi. E peki bu ülkede kaş yıldır ehliyet okullu hale getirildi. Öğretmiyorlar mı yani ? Yoksa orada da mı rüşvet var ??? Patoganya mı burası ?
Ehliyet sahibi herkes sola dönülmezi de, emniyet şeridine girilmeyeceğini biliyor da gene de tutamıyor işe kendini hem niye tutsun ki.
Yola çıkmışınız, trafik sıkışmış, karşı şeritte bir kaza var. Karşı şerit tıkanır değil mi ? E orası tıkanıyor doğal olarak ama yetmez. Bizimki de tıkalı... Neden ? Kazayı seyredenlerden... Görmek lazım ya hani! Bir de kazayı seyrederken kaza olur sizin tarafta da ve anında emniyet şeritleri dolmaya başlar. Ve en ilginci bir arabanın bu uyanıklığı (!) yapması yeter. PEşinden sürü psikolojisi gerekleri çerçevesinden yüzlercesi. Allahım yok mu bir trafik polisi şunları çekse dersiniz, kaza mahaline geldiğinizde bir de ne görseniz; polis onlara sırtını dönmüş ilgilenmiyor bile.
İstanbulda yaşayanlar en çok şehir içi arterlerden çıkış ve girişlerde kahroluyordur her halde. Mesela akşam K.yatağı girişi çöker. 2 şeritli yol bir anda 3 olur, 1 şerit gelmesi gereken yok 2 gelir ve 5 şerit 3'e düşmeye uğraşır. Yetmez, bir de yol mühendisliğinden hebersiz arkadaşların bir harikası bekler onları. Birleşenlerden sola geçmeye uğraşanlar varken hemen 50 metre ötedeki ayrıma gitmeye uğraşanlarla bir mücadele başlar. Sorarsınız içinizden "be akıl fakirleri, sola birleşme ile sağa ayrılma arasında 50 metre mi olur ?" Yeter mi ? Yetmez! 3 şerite düşme mücadelesi demiştik ya hani, o aslında 2'dir. Neden ? Park eden arkadaşlar yüzünden !!! şehrin ana girişlerinden biri en yoğun saatte park işgali altındadır. PEki bilmezmi o eminyet şeriden girenler 5 şerit daha zor 3'e düşer, bilmez mi o park edenler trafik felç olacaktır? Cahil midirler ?
Maalesef hayır! En azından bence hayır! Pekala bilirler ama basit bir mantık yürür... Ben yaparım kardeşim, sen de yap! Hele açıp camı iki laf etmeye kalkın kavga çıkar üstünüze yürürler mazallah dayak yersiniz. Polis gelirse diye güvenmeyin ayırırlar arabalarınıza geri bindirirler iki tane ydiğinizle kalırsınız. Bir de polisten fırça yersiniz. Sonra polis arabasına biner, emniyet şeridindeki arabaları "geç kardeşim sola" diye uyarıp, park etmiş arabaların yanından sessizce geçer gider. Ceza mı ? Hadi canım... Hiç görmediniz mi yoksa trafiğe çare olsun diye kurulan motosikletli kardeşlerimizi "durulmaz levhasının" önünde park eden bir araca yaslanmış cep telefonuyla konuşurken ya da motoru ile nazlı nazlı o araçların yanından geçerken.
Ya da depremden sonra bazı yollara "öncelikli yol kesinlikle park edilmez" levhaları kondu, ne oldu ??? levha parası verdik o kadar. Bir deprem tatbikatı yapıldı, o yollardan büyük kurtarma araçları geçemedi. Arabalara ceza yazılmadı ve biri bile çekilmedi, deprem tatbikatı komedi oldu ve Sn. B.Ş Bel.Bşk. ne dedi ? "Motorsiklet almamız lazım, bu yolları kullanamıyoruz !

Sorun ne eğitim ne planlama. Biz de bence planlama mükemmel. Levhalar yerinde, uygulamalar tanımlı. İstanbul Atatürk Havalimanı geliş - gidiş terminallerinde durulmaz - park edilmez levhaları, yaya geçitleri hepsi yerli yerinde bir sürü trafik polisi de var. Ama ortalık otoparkın karşısında, üstelik yaya geçidinde, 2. sırada yolcusunu bekleyen arabalarla doludur. Trafik polisi arkadaşlarımız da ya kabinlerinde otururlar ya da yorgun gözlerle düdük öttürürler. 155'i aradığınızda da "ekip var orada beyefendi" derler.

O zaman sorun ne ? Sorun uygulama. Kurallar ve cezalar belli peki ya uygulamalar ? İnsanlar utanmaz arkadaşlar korkar. Siz o kuraları uygularsanız kimse başına gelecekleri düşünüp o cesareti göstermez, göstereni de hem sistem hem de o kurallara korkudan da olsa uyan toplum müdahele eder.
Gece saat sabaha karşı 3'te kırmızı ışıkta duruyorsanız ve sola dönerken sinyal veriyorsanız artık bir toplum olmuşsunuz demektir. Toplulukla toplum arasındaki fark da budur sanırım? Bu olduğunda da Bizi niye Avrupa Topluluğuna almıyorlar diye hayıflanmayız. Onun adı topluluk kendisi toplum!
Fener nerede mi bu yazıda ? Her yerde arkadaşlar... Beşiktaş Fenerin eskilerini toplamaya devam ediyor, borç dağlarda taşlarda... GS'ye devlet kıyağıyla stat yapılıyor borç dağlarda taşlarda. Mevcut virane statlarını kırıp döküyorlar kavga çıksa alacaklarından daha az bir ceza alıyorlar... VE topluluk küçük hesaplarıyla 1 ay sonra açıklanan cezayı bile sorgulamıyor.

Sayın Mehmet Ayan, biz büyüdük diye mi kirlendi gerçekten bu dünya ? Yoksa siz ve sizin gibi DÜRÜST olduklarını iddia edenler 1 ay bekleyen ve açıklandığında da Adanan Polat'ın komik açıklamaları da ardına eklenip dağ fare doğuran cezalara sessiz kaldığınız için mi ? Demagoji yapmayın derseniz bir soru daha sorarım.: Danimarka'nın cezası kaç gün için de açıklandı, olay neydi, ceza neydi...

Sonuç : Toplum olmak, kuralların herkes için ve tüm koşullarıyla tanımlanması ve ayrım gözetilmeden uygulanması ile mümkündür. Ben bir toplum ferdiyim... ( Hız konusunda küçük sıkıntılarım olsa da) Toplulukçu herşeye karşı çıkalım

Sağlıcakla kalın

16 Haziran 2007 Cumartesi

Dead Proof ve mirasyedi Tarantino




Ne zamandır düşündüğüm şeyin artık kesin olduğunu bugün gittiğim Dead Proof filminde anladım. Sinema alemine 90'ların başında fırtına gibi giren ve yeni bir soluk açan Tarantino, yeni filminde pek de yeni bir şey sunmamış. Hatta, heybesindeki tüm eski oyuncaklarını yeniden parlata parlata önümüze atmış, ve açıkçası artık resmen baymaya başlamış.


Yani, Dead Proof, artık seyirciye sunacak yeni bir şeyi kalmayan Tarantino'nun tekneyi kazıya kazıya dibinde kalan tortulardan oluşan bayat bir yemek gibi. Sanırım bu yönetmenlik işinde ilk başarı ortaya çıkıp kendini kabul ettirmekse, sonrasındaki en önemli adım kendini değişik sulara atabilme becerisi. Tarantino, kendini yeni sulara açamadığı gibi, eski suları da artık fazla bulandırmaya başladı.




Los Angeles trash culture ile yola çıkan, ve kendi gençliğindeki B türü filmlerin "kült ögelerini" yeniden canlandırma sevdasını işleyen Tarantino, bu filmde sanki tatildeyken hazırlıksız yakalanan, ve yeni repertuarı olmayan şarkıcı gibi. Aynı eski şarkılarını evire çevire önümüze koyarak ilerlemeye çalışıyor. Film bildiğimiz tüm Tarantino ögelerini artık neredeyse gözümüze sokarak, neredeyse bıkkınlık veren raddelere ulaşıyor. Daha perde açılırken karşımıza çıkan bir çift kadın ayağı, film boyunca o kadar çok işleniyor ki, neredeyse o ayakların kokusunu bile duyar hale geliyoruz. Nedir hocam bu ayaklarla derdin? Yokmu etrafta bu adama "o ayaklar çoktan koktu artık" diyebilecek bir babayiğit?

Rezervuar Köpekleri ve Pulp Fiction'u kalbimize işleyen Los Angeles geyik muhabbetleri bu filmde bitmek bilmeyen ve sıkıcı kadınlar arası diyaloglara dönmüş. Dün Radikal'in her zaman yorumlarını çok beğenerek okuduğum Uğur Vardan'ın saptaması da çok doğru: adam kendi gençliğinde pek de önemsenmeyen kenarda köşede kalmış konuları bugünün gençlerine sanki pek matah konularmış gibi anlatmaya çalışan masalcı edasında. Gerçi ben Pulp Fiction'da John Travolta ile Samuel Jakson'un tüm diyaloglarına bayılmıştım. Rezervuar Köpekleri'nin açılışındaki restoran geyiği de çok hoştu. Ama, herşeyi tadında bırakmak lazım. Hele hele artık kişinin ünü ve film bütçeleri bu seviyelere varmışken kalkıp da hala tekne kazıntısı misali olayı kasnatmak hiç de güzel olmamış.


Filmin aslında çok daha kompakt bir anlatımla çok da abartılmayacak bir enteresan seyirlik olması mümkünken, o uzadıkça uzayan manasız geyikleri ve insanı kadın ayaklarından nefret ettirecek kadar sık sık gözümüze sokulan fetiş sahnelerinden dolayı çok puan kaybettiği şüphesiz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben filmin havasına ancak ikinci yarının ortalarından sonra, üç kadının kendi fantazilerini giderme sevdasındayken dublör eskisi, manyak rolü oynayan Kurt Russel'ın gazabına uğramasıyla girdim. Ama, o bile benim gözümde filmi kurtaramadı. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan bellidir misali, ben Tarantino'nun daha Kill Bill'in 1. filminde son demlerini oynadığını hissetmiştim. Tutkunu olduğu filmlerin ve onların aktörlerin kendi yönetiminde olmasının keyfini doya doya yaşayan ama bunu yaparken de acaip abartan, egosunu giderme uğruna seyircinin zevkinin içine eden o ince çizgiyi geçtiğini hissetmiştim. Ama, her nasıl olduysa, kamuoyu Tarantino'nun bu şımarık denemesini de sineye çekti, herhalde artık bundan sonra yeni bir şeyler getirir diyerek. Sonuca bakılırsa, Tarantino hala eski günlerindeki hatıraları bırakmaya pek niyetli değil.


Acaba Tarantino gençliğinden bir türlü kopamadığı için dönüp dönüp o günleri yadeden filmler çekme sendromunda kıvranan bir yönetmen mi, yoksa başka konuları anlatmayı beceremediği için hala bu olaylara takılan bir yetenek kısıtı birisimi? Cevabını ben buradan bulamıyorum, ama herneyse, artık yeni bir Tarantino filmi beni hiç mi hiç cezbetmiyor. Keşke kendi özünü aşabilse ve yeni sulara yelken açarak bize yeni deneyimler yaşabilse. Her ne yapacaksa, inşallah yeni filminde bizi artık şu kokmuş ayaklardan ve geyiklerden kurtarabilse.

11 Haziran 2007 Pazartesi

Tahkime gidelim

Çok uzun yazılacak bir yazı yok. Anlı şanlı yazarların yorumlarını bekleyeceğim gene önce. Yapıldıktan 1 ay sonra açıklanan cezalar... Traji komik bir para cezası... Kim ne desin ki !

Küfürden dolayı 1 saha olayları nedeniyle 4 maç... Bu memlekette tribünde polis döveceksin, koltuk bırakmayacaksın, birbirinle kavga edeceksin, sahaya atmadık şey bırakmayacaksın ve sonra 5 maç ceza alacaksın. Tribünde kavga çıkarıp olayları organize ettiği iddiasıyla göz altına alınanlar ne oldu diye sormayın bile... O tam muamma...

Arkadaşlar Fener kavgası değil inanın takıldığım şey. Ama Anadolu'da olacak olanları düşünmek dahi istemiyorum. Bu maça daha ağır bir ceza vermek için o koltuklardan birinin adam öldürmesi mi gerekiyordu? Ölmeden önlem yok mu ? Taşlardan biri bir insana gelip yaralasaydı ne olacaktı ?
Ama şaşıracak bir şey yok ki. Bu fedorasyonun başkanı Otto Bariç'e taş geldiğinde ne demişti hatırlar mısınız ? "Magnum'mu sıktılar ?" Magnum dediği dondurma değil arkadaşlar! Adam öldürmeye yarayan silah. Bir o kaldı sayın başkan, peki o olunca ne yapacaksınız ?
Dilim varmıyor ama o olayların Saraçoğlu'nda olduğunu düşünebiliyor musunuz ? 50.000 kişi ile... O zaman ne yapacaksınız... Kişi sayısı ile mi orantılı olacak ceza. Ya da polis dövmek kaç para, kaç maç ? Manisa'da polis Fenerbahçe taraftarlarını dövünce biz bir maç almıştık!!!
Aman aman biz sesimizi çıkarmayalım. Sonra gene adımız kavgacıya çıkar.
Mehmet Ayan sana laf etmeden geçemeyeceğim gene. Fenerbahçeli yöneticilere atıp tutmak serbestte neden başka biri için laf edilmeye kalkınca kişilik hakkı söz konusu oluyor. Basın mensubusun lütfen bir incele. Bu yıl FB.li yöneticiler maçlardan sonra kaç kere aleyhte açıklama yapmış rakipleri kaç kere ve kim ne ceza almış ?
GS.nin cezası değil sorun diyorsun. Doğru, sorun cezanın GS.ye veriliyor olması. Bugün gene birini dövmekten beter etmişsin. Gel anlaşalım, bir programında da dinleyicilerine şu soruyu sor: GS tribünlerine bu maddeleri içeriden destek olmadan sokmak mümkün mü ? Hadi bir soru daha. GS tribünlerinde kaç adet kombine yönetim tarafından satın alınarak taraftara özellike ultra olan bir gruba dağıtılıyor ? Sorunun cevabını bilene hediye Fenerium'dan. Bilemezlerse sen bul... Sana da Fenerium'dan hediye var. Demokrasi kavramını da inşallah bir gün seninle ayrıca tartışırız. Bunun için ben hediye istemem.
Bir de Tümer hangi hareketinden ceza almış ben bilemedim... Bilen var mı ? Yoksa bu durum tahkime gidip ceza kaldırılsın böylece diğer ceza da gözden geçirilir belki diye bir gol pası mı ?
Son bir söz... Fenerin seyircisiz cezası saha kapamayı çevrildi 80.000 kişi önünde oynadı diyen arkadaşlar ve buna çanak tutan Sayın Ayan... O statın biletli kapasitesi gerçekten kaç kişi ?

Sağlıcakla ve akıl başta kalın

7 Haziran 2007 Perşembe

PA-RA-TOR!

İmparator yeni bir maç daha oynadı. Gazete sayfalarını karıştırdığınızda ve yorumcuları dinlediğinizde neyle karşılaştınız? TD'yi kurtarmış olmanın sevinç çığlıkları vardı adeta... Evet evet, takım harika oynamış, bir top direkten dönmüş ve zaman zaman Brezilya'ya sahayı dar etmiştik. Öyle ki rezil olmaktan korkan Dunga Ronaldhino ve Kaka'yı oyun almak zorunda kalmıştı. Helal olsundu TD'nin talebelerine ama aynı zamanda yazıklar da olsundu. Olsundu çünkü aynı takım Bosna'yı ciddiye almadığı için yenilmişti... Allah allah... Allah allah... Biz mi körüz yoksa alem mi kör ?

Soru 1 : Bu takım sizce aynı takım mıydı ? Mesela
Rüştü
H.Ş.Şükür
Servet

neredeydiler? Yıldıray neredeydi ?Bu aynı takım değildi... Kim yazdı ya da söyledi doğru düzgün... Takım aynı takım değilken, takım sahaya kendi kendine çıkmıyor birisi ilk 11'i oluşturuyorken suçlu niye TD değil de futbolcular oluyor...

Soru 2 : TD çok büyük bir motivasyon ustası (mıydı )?
Eğer öyle ise niye ilk maçta bu ustalığını yansıtamamıştı. En büyük özelliği bu olan, sporcularının ruhunu okşayan TD ruh okşamayı mı unutmuştu ? Topçular mı ruhsuzdu ? Bu ruhsuzları kim çağırıp sahaya kim sürmüştü ?

Geçin bir kalemde arkadaşlar... Bunu sadece TD.yi kötülemek için yazmıyorum. Medyayı bir kere daha projektör altına almak istiyorum sadece. Hani Kezman şunu demiş, Alex bavul topluyor diyen, her futbolcuda Kezman'ın ücretini bağıran medyayı tanımlamak istiyorum o kadar.

Bu arada GS maçımızın üzerinden neler geçti hala ceza açıklanmadı. Yeterli çoğunluk oluşmamış. Hani o maç kara gece ve kabustu. O kadar kabustu ki lig radyoda Mehmet Ayan 2 gün sansür uygulamış ve sadece çözüm önerilerini konuşalım demişti. Hadi Mehmet Ayan! Sana davet. 2 gün bu durumu tartış... Çünkü benim çözüm önerim bu tür bir durumda cezanın en ağır ve en hızlı şekilde verilmesi. Sallanarak zamana bırakılmasını şiddetle ve esefle kınıyorum.

Kalın sağlıcakla

4 Haziran 2007 Pazartesi

İM-PA-RA-TOR (!)

Durdum bekledim biraz, gazete sayfalarını karıştırdım. Baktım benim görüşlerimi ifade eden ve hatta yazmaya, söylemeye cesaret eden çıkmamış iş başa düştü gene dedim :)

Bir imparator sevdasıdır gidiyor ortalıkta. Sevdamı yoksa korku mu bilemedim daha doğrusu! Son maç için değil söyleyeceklerim, bilen arkadaşlar bilir öbür maçlar ve davranışları için yorumlarımı. İmparator diye anılan bir TD için söyleyeceklerim ve söylediklerim.

Son Bosna maçı ile balon patlamadı aslında. Son iki maçta rakip kalecilerin dehşetengiz ikramlarının bir benzerini yaptık biz bu maçta. Rüştü Avrupa maçlarında alışageldiği üzere yaptı yapacağını ve Servet bir klasiğini sergiledi ama sorarım size sorun Rüştü ve Servet'temiydi yoksa onlar zaten her zamanki gibi miydi ?

Daha detay bir soru sorsam; son 3 maçtaki oyun planımız ve stratejimiz neydi ? Hakan'ı yeniden kral yapma çabasımıydı bu yoksa ? Millli takım oyuncu kazanma yeri miydi acaba ??? O zaman neden Kemal'i kazanmaya uğraşmadı hazret ya da Selçuk'u ? E sakatlıktanyeni çıkan Arda kadrodaysa Selçuk da olmalıydı. Yoksa forma rengi mi yanlıştı ? Ortadan oyun kuramadığımız aşikarken neden Yıldıray kenardaydı ? Sorular binler olur ve kaybedilmiş bir maçtan sonra herkes konuşur değil mi ?

İşin ilginci kimse konuşmuyor doğru düzgün. Konuşan yine o garip mimikleri ile imparator... Sizce de yetmez mi artık? Daum - Zico ve hatta Tigana için söylenenlere bile üzülmüyormusunuz? Onun yaptıklarının 10'da birini yapsalardı ne olurdu acaba?

Tamamen kendi düşüncem ama 8 puan öndeki BJK hep konuşulur da 8 puan öndeyken Fener; hazretin nasıl şampiyon olduğu hiç konuşulmaz. Ya da o herkese dokunan ve kendisine dokunulmayan takımın nasıl yaratıldığı, bu dokunulmazlığın nasıl kazanıldığı sorgulanmaz. Hepsi bir tarafa İsviçre maçı nasıl unutulur?

Sayın imparator bir gün Milan'dan nasıl ve niye gönderildiğini de açıklar mı acaba ? Amannnn boşverin, kral çıplak diyemeyecek kimse nasıl olsa. Kime ne... Ben gördüm... Çırılçıplaktı vallahi...

Mehmet Ayan; tutmayacağım kendimi gene bir çift laf da sana... Emre'nin avukatı mısın sen ? Emre'nin katıldığı bir cenaze törenini söylemeye kalkan bir dinleyiciyi bir dövmediğin kaldı. Beğenmedin sanırım FB yöneticilerinin çıkar ilişkilerini (!) söylemediler diye. Ben seviniyorum gün geçtikce gerçek yüzün ortaya çıkıyor diye. Aynen devam et :)

Bu arada GS kaç maç ceza aldı... UNUTMA - UNUTTURMA...

3 Haziran 2007 Pazar

And the Oscar goes to.....The Maestro

bu yazıyı aylar önce Radikal gazetesinin cumartesi eki için yazmıştım. Sihirli notaların ölümsüz bestecisi, film müziği aleminin kralı, nam-ı diğer, Ennio Morricone'nin sonunda Oscar ödülüne layık bulunduğu haberini alır almaz yazmıştım. Aslında yazıyı Radikal'in yazı limitleri nedeniyle istediğim şekilde yazamamıştım. Şimdi aynı yazıyı, bazı ilavelerimle beraber buraya yazmak istedim.


Oscar Akademisi geçen gün yaptığı açıklamada Ennio Morricone’ye film müziğine yaptığı çok yönlü katkılarından ötürü bu seneki seremonide Onur Ödülünü vermeyi kararlaştırdı. Daha önce 5 kere bu ödüle aday olan, ve ama ödülü hiç alamayan, 45 senelik bestecilik hayatı boyunca 300’den fazla film müziğine imzasını koyan Ennio Morricone’yi tanımayanınız vardır diye biraz bilgi vereyim.






Aslında bu satırlarda değil de, karşı karşıya olsak şurada iki dakika ıslık çalabilsem herhalde hemen anlardınız kim olduğunu. Ve sanırım, eğer onun adını hala duymayanlardansanız, şaşırırdınız onun notalarını aslında ne kadar iyi bilip adını bilmediğinize. Çünkü, bugün hayatımızdaki en önemli anların ve duyguların pek çoğunu onun notaları temsil eder. Üç yaşındaki çocuktan yetmişine uzanan bir hayran kitlesi vardır, ama pek çoğu bilmez onun adını. Yaşayan az sayıdaki dahilerdendir, ama fazla reklamı filan da yoktur ortalıkta, çünkü modern dünyanın stüdyo alemiyle öyle içiçe değildir. Zamanında onlarla da çalışmıştır, diğer yüzlerce yapımcıyla olduğu gibi, ama işini yapıp köşesine çekilmiştir. Kendisi ne kadar arka planda olsa da, notaları hep öne taşar, film karelerinden yükselip, ruhun derinliklerine süzülüverir. Kimi zaman usul usul, kimi zaman romantik ezgilerle, kimi zaman da operatik dolgunlukla. Ama, asla arkada dolgu misali kalmaz onun notaları. Hani “hayattan daha büyük” derler ya, işte öyledir onun besteleri.

Sinema aleminin en baba isimlerinin karizmalarını tamamlayan bir müzik sihirbazıdır Morricone. Clint Eastwood’dan Lee Van Cleef’e, Alain Delon’dan, Jean Paul Belmondo’ya, Henry Fonda’dan Robert DeNiro’ya aklınıza gelecek bir çok ünlünün görsel façasını o tamamlamıştır. Aslında yola babası gibi bir caz müzisyeni olarak çıkar, ama sonraları klasik yöne kayar. Hayat şartları onu 50’lerin sonunda aranjmanlığa kaydırır. O zamanların belki de tek ve en büyük aranjörü olur. Derken, sinema aleminin sihirli yönetmeni, ve taa ilkokuldan sınıf arkadaşı Sergio Leone ile 1964’te tesadüfen yapımcının ofisinde karşılaşır. Leone o zamanlar meteliksiz, ve hiç bir ünü olmayan, 2. sınıf bir yönetmen adayıdır. Zar zor elde ettiği bir film projesi için okul arkadaşını kullanır. “Bir Avuç Dolar” için müzik ister. İkisi de bilmezler ki, o minicik bütçeli film sinema aleminde koskoca bir dönemin kapısını açar. Clint Eastwood o kapıdan içeri dalar. Hemen bir sene sonra “Bir Kaç Dolar Daha İçin” de yine beraber çalışırlar. United Artist’in başkanı tesadüfen Roma’dayken, filmin senaristi onu bir sinemaya götürür, ve seyircilerin adeta futbol maçı çoşkusuyla seyrettiği film ve müziğinden etkilenerek filmin gösterim hakkını alır. Anlaşmayı yaparken bir tane daha film ısmarlar. O film sinema aleminin en kült yapımlarından “İyi Kötü ve Çirkin” olur. Filmin kendisi kadar müziği sadece sinema alemine değil, yaşamın kendisine yıldırım etkisi yapar. Daha perde açılır açılmaz girer Morricone’nin azgın notaları salona, ve hemen her an doymak bilmeyen açlıkla büyüler seyredeni. Leone’nin tüm ekranı kaplayan yakın çekimleri hafızalara onun notalarıyla kazınır. Amerikalılar maden bulmanın çılgınlığı ile Leone ve Morricone’ye abone olurlar. Sonraları Morricone sinemanın peşinden en çok koşulan ismi haline gelir. Spagetti Western furyasının bitmek bilmeyen yüzlerce filminin bir çoğuna imzasını atar. Avrupa’lı yapımcılar da onu tepe tepe kullanırlar.

Yıllar içinde toplamda 300’ü aşan filme imzasını atar. 5 kere Oscar’a aday gösterilir, ama ödülü vermezler bu sessiz İtalyan’a. Hatta, olaylı “Bir Zamanlar Amerika” filminin postprodüksüyon aşamasında işler o derece arap saçına döner ki, yapımcı bu defa müziği Oscar’a aday başvurusu yapmaya unutur, ve bir fırsat daha heba olup gider. Fırsatlar heba olur, ama Morricone olmaz. Kimi zaman Amazon ormanlarından akıp giden bir şelalenin suları gibi akar, kimi zaman küçük Lolita’nın bahçede çimenler üzerinde kitap okurken sere serpe uzanmış vücudu üzerinde dolanır, kimi zaman silahlara uzanan ellerin gerilimi olur. Kimi zaman yanlız kalplerin sesi, kimi zaman da çocuksu hayatın çoşkusu olur. Herkesin hayatında en az bir kere onun müziğiyle bezenmiş anısı vardır. Hatta, 2005 yılında Galatasaray ile hayati maça çıkan Fenerbahçe’li futbolcuların şampiyonluk şarkısı olur. Onun notaları ile kupayı kaldırır sarı lacivertliler.
Tüm bu ihtişamlı eserlerin ardında son derece mütevazi, sessiz denecek kadar arka planda kalan bir dahi yatar. Bence, Beethoven ve Chopin sınıfında bir efsanedir. Geçenlerde elime geçen bir CD'de, dünyanın tanınmış müzisyenleri çeşitli Morricone bestelerini kendilerine göre yorumlamışlardı. CD'nin adı da güzeldi: "We All Love Morricone". Evet, onu herkes çok seviyor. CD'deki en güzel şarkı bence Metallica'nın yorumladığı "The Ectacy of Gold" şakısıydı. "İyi Kötü ve Çirkin" filminin unutulmaz mezarlık sahnesinde, Eli Wallach'ın çılgın gibi koşarak para gömülü mezarı aradığı o unutulmaz sahnenin unutulmaz müziğini, rock efsanesi Metallica, muhteşem bir yorumla çalar. İşte böyledir Morricone'nin notaları. Kimi zaman bir çocuğun çığlığı, kimi zaman da bir rock gitarı eşliğinde, hiç de ters durmadan kulağımızı okşar. Herhalde, ondan başkasının müziği bu kadar şık durmaz her ortamda.
En basit bir kapı gıcırtısını, bir adamın haykırışını bile unutulmaz müziklere çeviren bu notaların efendisini ortada bir sürü eseri varken ödüllendirmeyenler şimdi ona onur ödülü verme adına çabalamaktadır. Haberi duyduğunda ne hissetti bilemem, ama ben duyduğumda “hele şükür” dedim. Hele şükür ki, sözüm ona sinemaya emek verenlerin merkezi sayılan bu merci, sonunda Morricone gibi bir dehayı yaşamının en son deminde hatırlama nezaketini gösterdi. Acaba göstermese biz onu farklı bir yerde mi değerlendirirdik? Bence o ödülü alsa da almasa da, “Bir Zamanlar Amerika” filmindeki Yahudi lokantasının arkasındaki tozlu depodaki taş plaktan usul usul yükselen Amapola’nun ölümsüz notalarıyla bir müzik sihirbazı olarak çoktan kalplerde yerini almıştı bile.
Oscar gecesinde, ödülü ona, müzikleriyle efsane adam haline getirdiği Clint Eastwood verdi. Aslında çok şık bir jest yaptı Eastwood; kendi imajını göklere tırmandıran notaların sahibini kendi elleriyle ödüllendirirken. Ödülü alırken sesi titriyordu. Sevgili eşine bakarak yılların emeğinin ödüllendirilmesini, yine kendine has bir mütevazilikle kutladı. Adı anons edildiğinde herkes dakikalarca onu ayakta alkışladı. Herhalde yılların ihmalini teselli edercesine bir özür alkışıydı onlarınki. Ödül olsa da olmasa da, o kalbimizin derinliklerindeki Maestro olarak çoktan Oscar'ları toplamıştı bile. Ödül, olsa olsa, geç kalan bir özür gibi durdu.

1 Haziran 2007 Cuma

AVRUPA

Ligler bitti ve Fenerbahçe herşeye ve herkese hatta bizlere rağmen Türkiye Liglerinin en büyüğü oldu. Şimdi yeni bir tatışma başladı: AVRUPA'da ne yaparız ? Kimi alalım - kimi satalım - Zico ne olsun ?

Bilmem farkında mısınız ? Bu yıl çok bayrak çıkmadı ortalara, en azından İstanbul'da ! Herkes de yorum yapmaya başladı... Artık Fener seyircisi Avrupa'da başarı bekliyor diye. Ben nacizane görüşlerimi yazacağım bu konuyla ilgili.

Chealse TD.sinin bir basın toplantısı oldu geçenlerde. Bu takım nasıl oluyorda bunca paraya rağmen hala CL'de yarı finalin ötesine geçemedi ? sorusuna ilginç bir cevap verdi TD : " kazanmak bir alışkanlıktır ve biz bu alışkanlığı kazanıyoruz. CL zor bir lig ve tecrübe kazanıyoruz..." Yıldızlar topluluğu bir takım ve bu takımın dahi TD.si... Şaşırtıcı değil mi ? Biz 3-5 yıldızımız, Türkiye ligi ve bu federasyon + hakemlerle hemen başarı bekliyoruz oysa...

Daum kalsaydı şayet işin rengi farklı olabilirdi ama o gitti... Eldekilere ve duruma bakalım o zaman.

Seyirci : Avrupa ve Türkiye'de hiç bir sıkıntımız yok !
Hakemler : Türkiye'den daha iyi :) Ama Şenez Erzik'e rağmen bazen çok ilginç maçlar yönetiyorlar. Biz de hiç tartışmıyoruz. Bence Şenez bey biraz daha dikkat çekebilmeli.
Kale : Serdar; yan toplar... yan toplar... Volkan; konsantrasyon...
Defans : Edu ve Lugano'ya kızacağımıza yanlarına kademeyi bilen geçek sol ve sağ bek lazım. Açık kapatmaktan boşluk veriyorlar.
Ortasaha : Selçuk mutlaka kazanılmalı, Alex'in yanına bir playmaker... Türkiye'de var mı ? Yok galiba... Yurt dışı... 6 yabancı ? Tuncay : Mutlaka, Appiah mutlaka...
Hücum hattı : Semih ve Devid çok iyi yedek ama Kezman allahla başbaşa ne kadar daha santrfor oynayacak...
Hızlı oynayamıyor, kontratak yapamıyoruz. Takım yavaş değil bence sorun yetenek. Korkak Yozgatlı ve pas atamayan oyuncularla hücüma çıkılamıyor. Kezman'ın top atın demekten kolu ağrıyor. O zaman yetenekli topçulara ihtiyaç var !

Kondisyon : Hem milli maçlarda hem de ligde ayakta kalan bizimkiler. Demekki orada sorun yok.

Zico : Rakibe göre futbol için rakibi tanıması gerekliliğini kabul etmeli.

Transfer : Bekleyip göreceğiz.

Bu arada... GS'nin ceza işi ne oldu arkadaşlar. UNUTMA - UNUTTURMA...

29 Mayıs 2007 Salı

FENERBAHÇE BÜYÜKLÜĞÜ

Fenerbahçe büyüklüğü,
Ne Şampiyonluk büyüklüğüdür,
Ne kupa büyüklüğü,
Onun büyüklüğü başka bir büyüklüktür işte,
Adı Konamaz.....
İSLAM ÇUPİ

26 Mayıs akşamından görüntüler



Maçın sonrasındaki kutlamalarda yandaki gibi muazzam görüntüler oluştu.


Özellikle kupanın sahanın ortasında kaldırılışı anındaki görkem muhteşemdi.


Her taraftan fışkıran alevler, sarı lacivert pullar, balonlar, ve muhteşem bir atmosfer. Maç sonrasında 100.yıl Komitesi Başkanı Ender Alkaya'ya rastladım. Söylediğine göre, 9 Haziran'da planladıkları gösterilerin yanında cumartesi akşamı yapılanlar hiçbir şey sayılırmış. Avrupa'nın bu alanda oldukça tanınan bir firmasına yaptırılacak olan şov için oldukça iddialı konuştu. Ender bey'i yıllardır tanırım, ve hiçbir zaman abartılı şeyler söylediğine rastlamadım. Eğer böyle olacaksa, herkesin 9 Haziran akşamı tribünlerde yerini alması lazım.

26 Mayıs 2007

26 Mayıs günü işte böyle başladı.....Ankara tayfasının Istanbul il sınırlarına girmesiyle beraber yoğun bir telefon trafiği, ve hemen akabinde kendimizi Dalyan'daki Köşebaşına attık.

Fotoğrafta çetenin değerli üyeleri gözükmektedir. Soldan sağa tatlıcılar kralı Mahir Tuğutlu bey, finans camiasının önde gelen duayenlerinden Zeki Sözen beyefendi, Ankara eşrafının önde gelen mütahitlerinden paşazade Levent Acar, ve bendeniz Cenk Kıral şampiyonluğun rehavetiyle gevşemiş bir şekilde olayın tadını çıkarırken, ön planda rakılarımızla beraber resmedilmektedir.




Günün ilerleyen saatlerinde aramıza katılan Türk turizminin medarı iftiharı ve otelciler kralı olarak anılan Yavuz bey (masanın sağ başındaki beyaz mintanlı efsane) ve madeni yağ endüstrisinin feriştahlarından Murat Mesci beyefendi (masanın sağ cemahında garsonun eliyle ağzı kapalı halde resmedilen muhterem zat) masamıza muhabbet derinliği katmışlardır. Ayrıca, Mahir bey'in değerli ağabeysi Tahir bey de günün kayda geçen diğer önemli şahsiyeti olarak masamızı şereflendirmişlerdir. Bol mezeli, rakılı ve kebaplı muhabbetle şenlenen masa, hararetli sezon yorumları yapmış, neşeli şarkı ve türkülerle ezeli rakiplerimizin kulağını çınlattıktan sonra tatlılar lüpledilerek Köşebaşı'nın bizlere ihsan ettiği servis aracılığı ile stada doğru seyrolunmuştur.



Stada vardığımızda ise ortalık resmen ana baba günüydü. Herkes şampiyonluk kutlamalarında yer almak için oradaydı. Aslında bir çok kişi de eski oyuncuların kendi aralarında yapacağı maçı merak ediyordu. Hemen stada girdik, ve eski coşkularımızı bize yaşatan yıldızların maçını seyretmeye başladık. Kimler yoktu ki? Şeytan Rıdvan, Cemil Turan, Selçuk Yula, ve daha niceleri top koşturuyordu. Hatta Zico bile takımdaydı. Benim gözüm çocukluğumun efsane adamı Cemil'e takıldı. O yaşına rağmen hala o esfane ayaklardaki maharet duruyordu. Bir kaç müthiş pas attı gözlerimizin pasını aldı. Rıdvan'a her top gelişinde sanki lig maçı oynanıyormuş gibi tribünlerdeki o eski heyecan fırtınası başladı. En matrağı da, Rıdvan'ın düşürülmesini es geçen hakeme (ki o da unutulmaz isimlerden Bülent Yavuz'un ta kendisiydi) "Ulusoy istifa" tezahüratı oldu. Şahane bir görsel festivalden sonra takım sahaya çıktı. Esas espri oradaydı. Ellerinde "SUYUNUZU BOŞA HARCAMAYIN" pankartı vardı. Geçen hafta Galatasaray tribünlerindeki vahşete ancak bu kadar tatlı bir dokundurma olurdu. Tribünlerdeki geçen haftanın saçmalıklarına yönelik pankartlar da çok güzeldi: "SU KÜÇÜĞÜN SÖZ BÜYÜĞÜN", NAAPTIK, NAAPTIK, TAŞIMA SUYLA ŞAMPİYON OLDUK".



Sonuçta Şükrü Saraçoğlu'nda 17.şampiyonluğumuzu kutladık. Uzun yıllardır seyrettiğim en görkemli kutlama oldu. Uzun zamandır stresten uzak, sadece şampiyonluğumuzu yaşadığımız bir maç izledim.

Kaptan Ümit için yapılanlar, kupanın alınışı, seyircinin çocuksu coşkusu ve daha bir çok yönüyle geçen cumartesi gecesi çok hoştu.

Daha sonra, Ankara ekibiyle beraber Bağdat caddesindeki kutlamalara aktık. Şenlik filan güzel de, artık sanırım bu cadde kutlamalarına da bir düzen lazım, çünkü bu haliyle beni bile ürkütmeye başladı. Tam bir mahşer yeriydi cadde. Elinde her tür cihazı olan oradaydı. Meşaleler yüzünden bazen nefes alınamaz hale gelmişti, ve alkol sınırını aşan bazıları da işi artık grup kavgasına çevirmişti. O yüzden işin o kısmını çok uzun tutamadık, zaten acaip de yorulmuştuk.

Herşeye rağmen, 17.şampiyonluk hepimize 100.yılda ilaç gibi geldi. Umarım daha niceleri devam eder.

24 Mayıs 2007 Perşembe

Ankara'dan Merhaba

Sevgili Fenerbahçe'li kardeşlerim başlıkta da belirtiğim gibi bu oluşumun Ankara üyesiyim ve düşüncelerimi sizlerle burada bir Ankara'lı gözü ile paylaşmaya çalışacağım.Kısaca geçen sezonun bir değerlendirmesini yaparsak son haftalarda biraz umutsuzluğu kapılır olmuş gibi olsakta yine de sonuna kadar hak edilmiş bir şampiyonluğu, hem de 100. yılımızda kazandık.Murat kardeşimin de dediği gibi geçen seneki Denizli sendromunun daha birinci senesi dolmadan şampiyonluk ünvanını tekrar ele geçirmiş olmamız da bu başarının önemini arttırıyor.Dileğim bu güzel şampiyonluğun önümüzdeki sezon tekrarlanması.(İnşallah amin)
Bu arada Cenk kardeşimizi de unutmaylım, kendisine teşekkür ediyoruz böyle bir oluşumu hazırlayıp, bizleri burada buluşturduğu için.
Cumartesi İstanbul'da görüşmek üzere,herkese sevgiler...Levent Acar

21 Mayıs 2007 Pazartesi

APTALLIK VE ÖTESİ

19 Mayıs gecesini düşünürken Aziz Nesin'i anmadan edemedim. Hani o meşhur bir lafı vardı "Türk milletinin % bilmem ne kadarı aptaldır" demişti. Yüzde kaçtı hatırlayamadım, ama %50'nin üzeri olduğu kesindi.

Şimdi olaylara bir de şöyle bakalım:

  1. Galatasaray ligi kupasız ve şampiyonlar ligine katılamadan, tam bir kaos içinde bitirecekken ayağına inanılmaz bir fırsat geliyor. FB şampiyon olarak sahasına gelecek. Tam da o günlerde İngiltere'deki Manchester United'ın şampiyonluğunda Chelsea'li oyuncuların centilmenlik göstergesi adına MU'lı oyuncuları alkışlı karşılaması oluyor, ve herkes acaba GS'da FB'li futbolculara bunu yaparmı diye bir beklenti oluşuyor. GS'lı yönetimin tüm bu ortamda yapacağı iş çok basit. Tüm haftayı şampiyonluğun rehaveti içinde dansöz eğlenceleri ile geçiren FB'lileri basit bir centilmenlikle ağırlayıp, sonrasına sıkı bir gol yağmuruna tutsalar, sonunda tüm sezonu kahraman gibi kapatıp, FB'nin şampiyonluğunu geride bırakan bir hava yakalayacaklar. Hatta, bu hava ile taraftarları ile aralarındaki sorunları bile aşabilirler. Mantıklı düşüncenin başka bir ürünü olamaz, çünkü zaten lig bitiyor. Yani, bunu yapmaları için top onların elinde. Yapsalar sanki GS şampiyon olmuş gibi bir ortam oluşacak.
  2. Beklentinin tam tersine, acaip bir vurdumduymazlık ve intihar sendromu örneği ile ortamı daha da gererek, stadı tam bir cinnet tarlasına dönüştürüyorlar.
  3. Olayları yine tekrar etmeye gerek yok. Onlar azıyor, kuduruyor, ve ama FB'liler gayet sakin şekilde golleri atıyor.
  4. Ortalık ana baba günü, rezalet bir ortam ve gelinen yerde GS camiası çöktüntünün en derinlerine gark oluyor. Gelecek cezalar bir yana, Vodafon ile 4 milyon dolarlık anlaşma suya düşüyor, tüm kredileri yerin dibine geçiyor, memleket içinde ve dışında rezil rüsva oluyorlar cümle aleme.
  5. Bu da yetmiyor, kalkıyorlar, maç sonunda sanki hiç bir şey olmamış da, sanki tek sorun FB'nin sahaya bayrak dikmesi kalmış gibi gidip orta sahada toplu nöbete dalıyorlar.
  6. Öte yandan, taraftar sitelerinde "iyi oldu, iyi ki yaptık, helal olsun bize" edebiyatı boy boy yazılıyor.
  7. Öte yandan, tüm sezon boyu kendi taraftarından bile olumlu yorum alamayan FB'li oyuncular ve teknik kadro bu maç sayesinde "hak edilen şampiyonluk" statüsüne geçiyor.

Acep yöneticik ne tür bir iş olsa gerek? Ortadaki durumu kendi lehine çevirecek en büyük şansı ayağana kadar gelmişken bunu idrak edemeyen bir kafa acaba Aziz Nesin'i haklı çıkarmıyormu?


Bırakın GS gibi bir takımın yöneticiliği yapmayı, acep siz bu adamları kendi şirketinizde ofis boy yaparmıydınız?

Üzüntüm, bu milletin içinden yetişmiş, ve sözüm ona en üst seviyelere gelmiş bu "seçkin" insanların içinde bulunduğu ruh ve düşünce halidir. Her Fenerli GS'ın düştüğü kötü durumdan, tıpkı onların da FB'nin düştüğü kötü durumdan alacağı gibi, özel zevk alır. Bunun tersini düşünmek saflıktır. Ama, açıkçası ben bu kadar aptalca bir duruma düşeceklerine hakikaten inanmıyordum. Yani, belki futbolcular belli ölçülerde hırslı olabilirlerdi, ama yöneticilerin bu kadar akıl yoksunu olacaklarını tahmin etmiyordum. Ve artık bu durum beni sevindirmiyor, tam tersi üzüyor, çünkü aptal bir rakibi yenmek beni mutlu etmiyor.

Peki ya Emniyet Müdürüne ne demeli? Cümle alem tv kameralarına bile açık açık maçı sabote edeceklerini ayan beyan söylerken, ortalık o hale gelmişken Istanbul'un güvenliğinden sorumlu en üst makamın stadın en güzel koltuklarında sanki bir belgesel seyreder gibi (bazıları ona kabaca "mal gibi bakar" türünden yakışıksız laflar ediyor) olayları tepkisiz olarak izlemesi hangi ülkede görülmüştür ey ahali? Lütfen görüntülere bir kez daha bakın. Sayın Cerrah sanki davetli gittiği bir ülkenin maçında başkalarının yarattığı olayları seyreder gibiydi. Acaba bir rüya filan mı gördüğünü zannediyordu? "Yok canım, bunlar benim ülkemde, benim Emniyet Müdürü olduğum ülkede olmaz" gibi bir rüya yorumu yapıyordu o muhteşem kaytan bıyıklarının 5 parmak yukarısında duran kafasında. Hani kalksa arkaya gidip, kurmayları ile konuşmayı denese, bir şeyler yapar gibi görünse yine bir şey demeyeceğim, ama muhterem onu da yapmıyor.

19 Mayıs akşamı Ali Sami'yende olanlar baştan sonra kurulmuş bir oyunun parçaları idi. Hepsi tamamında bütünleşik bir kurgu olamaz, çünkü biz millet olarak bu kadar düzenli bir sistemi yaratacak seviyede organize olmayı beceremeyen bir milletiz. Ama, her biri ufak parçalar halinde planlandığı belliydi. Belli taraftar kitleleri bazı düzenleri sağladı. Flamaları asma bahanesiyle içeri su ve meşale soktular, bazıları belki de içeride görev yapacak büfecileri ayarladı, ki onlar da mutluydu zira bir şise suyun 5 YTL'den satıldığını öğrendik. O geceden en karlı çıkanların büfeciler olduğu kesindi. Başkanı meçhule sığınmış yönetim üyeleri ise çok afilli olacağını düşündükleri "protestolu" gösterileri planladıklarını düşünerek camiaya ne kadar hayırlı bir iş yapacakları hayaliyle avunurken tüm olaylar patladı. Dikkat edin lütfen, hiç bir GS'lı yönetici olaylar karşısında şaşırmadı, infiale uğramadı, olayları durdurmaya yeltenmedi.

Öte yandan, sapına kadar camiadan yetişen nadide oyunculardan Sabri maç durduğunda tribünler önünde kareorafisini kimsenin çözemediği hareketleri yaparken herhalde müthiş bir huşu içindeydi. Sonrasında da maç bittiğinde orta saha nöbetini tutan oyuncuların yüzlerindeki gurur ifadesini anlatmaya kelimeler yetmez, yaşamak lazım.

Şimdi gel de Aziz Nesin'i anma be kardeşim. Adam eğri oturmuş ama harbi düşünmüş, pat diye gerçeğimizi ortaya sermiş. Ben bu adamların bulunduğu ülkeyi sevmiyorum. Bunlarla beni aynı kefede tartan sistemi lanetliyorum. Hele hele bunların bizleri yönetmesini ise hiç kaldıramıyorum.

Yokmu şu alemde Aziz Nesin'i haksız çıkaracak bir babayiğit kardeşim? merakla bekliyorum.

Rezillikler ve Gurur

Bir çoklarımız gibi maçı ben de televizyondan seyrettim. Hangi maç mı ? Aslında doğru bir soru! 19 Mayıs akşamı Gs ile oynanılan maç değildi. Bir rezillikti ve rezillerin son perdesiydi. Arenanın bir asaleti vardır sanırım, hiç görmedim ama bu gerçekten rezillikti ve bunu gördüm.
Bu yapılanları değerlendirirken bazı arkadaşlarımızın objektif davranmak (!) adına illa iğneyi kendimize batırma çabalarını da hayretle karşılıyorum.
Bu olanları "benzerleri her yerde oluyor" ya da illa "İnönü ve Şükrü Saraçoğlu da benzeri görüntüleri hafif de olsa yaşadı" cümleleri ile tanımlamaya çalışmanın anlamı ne ? Bunlar daha önce hiç bir yerde olmadı ve herkesin başka hiç bir yerde olmaması için elinden geleni yapması lazım.
Asla gündemden düşürülmesine müsade etmemeliyiz. Dün spor programlarına baktım uzun bir aradan sonra. Timsah gözyaşlarını gördüm. Polisi suçlayanları gördüm. Beyler Manisa'da taraftarlarımız polis tarafından dövülürken nerdeydiniz. Mondragon'un kulağının yanına atılan torpil sonrası yapılan yorumlar, Fener ödüllendirildi diyenler nerdeydiniz ?
19 Mayıs akşamı Türk futbol tarihine kara bir leke olarak geçti. Anelka'nın faulu ile attığımız golünden sonra "artık sporun nesini konuşacağız" diyen Melih Gümüşbıçak; her radyo programında sözü bizim yöneticilerimize getirip ortamı germemek lazım deyip germek adına tarafsızlık kisvesi ile elinden geleni yapan, Demirören ve Polat'ın açıklamalarını hoş ve sevimli bulduğunu söyleyen Mehmet Ayhan; neredeydiniz ? Mehmet Ayan kimseyi konuşturmadı bile... Bunların olacağını sağır sultan duymuştu ama o bir hafta alkış tartıştırtı... Ne alkışı beyler biz oradan sağ çıktığımıza sevindik. Ya Ali Koç için her türlü terbiyesizlik suçlamasını yapanlar, GS bizden resmi bir özür diledi mi ?
Ama arkadaşlar hepsi bir tarafa ben gurur duydum. Hiç bir şekilde kavga ve tartışma ortamına girmeyen, o terbiyesizlik ve tehlike yağmurunun altında dimdik yürüyen sporcularımızla gurur duydum. Gerets'in açıklamaları ile gurur duydum. O açıklamalar geçen sene nasıl şampiyon olduklarını da anlatıyordu aslında. Demirören bu yıl çok başarılıyız diyor... Mademki bu kadro sizden bu gün iyi, geçen sene de iyiydi. Nasıl şampiyonluğumuz elimizden alındı ???
Yine de boşveriyorum çünkü gurur doluyum. Ben o ortamda dahi futbol adına yapılması gerekenleri yapan; rehavet içindeler, çimleri yolarak yeneceğiz denilen bir takımın taraftarıyım. Onlar iş bittikten sonra ve yaptıları tüm rezilliklerin utancıyla yaşamak zorunluluğuyla santralarını bekleyen bir takımın taraftarları. Siz o santrayı beklemeye devam edin, anılarınızdaki Avrupa başarıları ile yaşayın. Kimse hatırlamıyor doğu bloku ülkelerinin takımları gibi seçilmiş ve desteklenerek neler yapıldığını size(!) Biz kendi gücümüzle gidiyoruz. Tutun bakalım hep birlikte... Siz o santrayı bayrak dikilmesin diye beklerken ( demekki o da ayıp bir şey, engel olmaya çalıştıklarına göre ) bayrak dikildi çoktan dikileceği yere... Everestin zirvesine...

Ben gurur doluyum, onur doluyum... Her biri tunçtan bir abide gibi olan futbolcuları ve tüm sporcuları ile bu takımın... Tüm branşlarda mücadele ederken ve başarıya koşarken küme düşenlerin başarısızlıkları ile değil kendi başarılarımızla mutluyum.

Rezilliklerin Tekrarının olmaması için önerimi ? Bundan sonra demeyip bu maçtan itibaren en ağır cezaları verelim. 4 - 5 maç gibi bir ceza çıkarsa kimse başka bir takıma daha fazlasını veremez ve örneğin Beşiktaş Bursa'dan çıkamaz. Anadolu'da neler olur hep beraber düşünelim. Onun için bundan sonra demeyelim ve bundan itibaren diyelim.
Yeter mi ? Yetmez! Yapanlar belli, kameralar herşeyi çekmiş. Yasalar da yeterli... Uygulayalım. Her kim ki sporun yapılmasını ve seyredilmesini engelliyorsa adli cezaları uygulayalım. Bir de araştıralım ama... İçki paralarını ve bilet paralarını kim ödedi. Onları da bu ceza kapsamına alalım. İşte burada klüp farkı kalmaz. Her kimse bedelini ödesin.

Geçmişteki kolkola gidilen maçları unutalım artık, geçmişi yakalamaya çalışırken bugünü kaybediyoruz. Bu günü katledenleri cezalandıralım. Ve Şükrü Saraçoğlu'nda her takım maç yapmanın keyfini yaşasın.